19 Kasım 2011 Cumartesi

30. Uluslararası İstanbul Kitap Fuarı

8 yaşımdan beri (28 ve 29.su dışında) her sene gittiğim bir yer: 
İstanbul Kitap Fuarı.

CNR'dayken de giderdik, TÜYAP'tayken de gitmeye devam ediyoruz.
Gitmediğim son iki sene hayatımda bir eksiklik varmış gibi geldi hep. İstanbul'daki bu fuara gitmek o kadar rutini olmuş ki hayatımın.

Kemal Özer'i ilk kez bu fuarda tanıtım mesela ben.
Küçüktüm. Bir standın önünde Nasreddin Hoca şiirlerine bakıyordum.
Masanın hemen arkasında sevimli bir amca vardı.
Babam geldi yanıma. Bu kitabın yazarı kim, biliyor musun? dedi.
Farkında bile değildim o an.
Hayatımın ilk imzalı kitabı da O'nunki sanırım.

Sonra az kuyruklarda beklemedik kitap imzalatabilmek adına.
Bitmek bilmez kalabalıkların bir köşesinde, sıcaktan bunalsak da elimizde kitaplarımız sabrettik.
Annemle babam biraz ileride beklerken, biz ablamla dururduk.

Yakışıklı diye Tuna Kiremitçi'den imza aldığımız zamanlar bile vardır mesela. *ilkgençlikhevesidiyelimbunada:)*

Zeynep Oral'ı okulda dinledikten az bir zaman sonra, kendisiyle kitap fuarında muhabbet etmişliğimiz de vardır.

Kitaplarını severek okuduğum ama simalarını bilmediğim insanları da babamın göstermesiyle yine böyle kitap fuarlarında tanıdım ben.

Eskiden öyle Taksim'deki Robinson Crusoe'ya gidip kitap alacak yaşta değildim.
Beyazıt'taki sahaflara giderdik gerçi babamla.
Bir de Cağaloğlu'ndaki kitapçılara; ne de olsa kitabevlerinin merkezleri hep oralarda.

O yüzden ben kitap alışverişlerimi hep fuardan yapardım.
Cumhuriyet Kitap Eki'nde açıklamalarını beğendiğim kitaplar, babamın önerileri, önceden okuyup beğendiğim yazarların yeni çıkmış kitapları... Hepsi listemin en üst sıralarında yer alırlardı.
Bir sene boyunca okuyacağım kitapları hep fuardan alırdım ben.
Ellerim dopdolu, taşıyabileceğimin üstünde yüklerle çıkardım fuar alanından, bir an önce eve koşup yeni bir kitabı okumaya başlama hevesiyle mutlu...

Kitap fuarlarında başladım işte ayraç biriktirmeye.
Güzel olanlarını seçip ayırdım, yine babamın yardımıyla kartondan çerçeveler hazırladık onlara.
Ayraç albümleri oluşturduk.

İşte, bu sene de hazır ben de buradayken fuara gitmeye karar verdik babamla.
İkimiz de üşendik başta.
Gidilecek zamanı erteleye erteleye ancak dün gidebildik.

Ben mi değiştim, yoksa kitap fuarları mı bilemedim bir türlü.
Sanki eski heyecanımı yitirmiştim.
Belki de 1 saatten fazla süreyi sıkışık bir trafikte geçirmiş olmanın ve sabah erken kalkıp Avrupa Gençlik Parlamentosu için birçok gazeteciyle görüşmenin verdiği yorgunluk beni böyle hissettirdi.
O eski tadı bulamadım.
Kitap fuarında elele gezen çiftler, mesela, çok boş gözüktüler bana.
Arkada standları da kadraja alarak fotoğraf çektiren kızlar da sanki oraya okulları tarafından zorla getirilmiş gibilerdi.
En çok ilkokul çocuklarını görmekten mutlu oldum.
Lise gençliği fazla ergen ve anlamsız gibi durdu nedense bana.
Sonra dün değerlerimi sorguladım biraz.
Ceplerimi yokladım, değer kırıntılarını bulabilmek için ama geriye kalan çok az şeyi görünce moralim bozuldu.
3-4 sene önce lisedeyken, darağacındaki o üç fidanı tanımayan biriyle aynı masada yemek yiyemem diyerek masayı terk eden ben hep "aynı" görüşler üzerine kitap basan bazı yayınevlerine bakmadan geçip gittim önlerinden.
Hep aynı konuların konuşulması nasıl canımı sıkıyorsa hayatta, kitaplarda da tarz değişikliği olması gerektiğini hissettim galiba.
En ateşli savunduğum konuların beni eskisi kadar ilgilendirmemesi artık apolitize olmaya başladığımı mı yoksa zamanın gerektirdiği şekilde sadece kendi işime gücüme bakıp zamanın içinde kaybolma girdabına girdiğimi mi gösteriyor, pek karar veremedim açıkçası.

Tüm bunlara rağmen ama kitap imzalatırken yüzünde gördüğüm gülümsemeye uzun süre bakakaldığım bir çocuk vardı.
Bana kendimi hatırlattı.
O kadar içten gülümsüyordu ki adını söylerken ve sonra yanındaki o minik kız.
Ellerinde kitaplar, hocalarının yanına doğru gitmeleri...

Ve söylemeden geçemeyeceğim bazı yayınevleri.
Kitap kapaklarının tasarımı, yazılarının tipi, boyutu, sayfalarının kokusu ve bastıkları kitapların içerikleriyle saatlerimi standlarında geçirebildiğim yerler: Ayrıntı, Sel, Can, İnkılap, Metis, YKY

Önceki senelere kıyasla bu sene iki kitap aldım sadece.
Onur Konuğu olan Ferit Edgü'nün Hiçkimse'si ve Yorgun Anılar Zamanı'nı seneler önce okuyup çok beğendiğim Ayşe Sarısayın'ın Denizler Dört Duvar'ı...
Gelecek seneyi benimle geçirecek Metis ajandamı da unutmadım tabii ki.
Bu senenin konusu: olmayan kelimeler.
Kapak tasarımını ve rengini çok sevdim.

30. İstanbul Kitap Fuarı temasını da söyleyip bitirelim.
umut: düş mü? gerçek mi?
hope: dream or reality?

Herkese iyi okumalar...

17 Kasım 2011 Perşembe

going home is more difficult than going forward.

615 sayfalık bu kitabın artık 502. sayfasındayım.
Çözülme aşamasında olaylar ama hâlâ kafamda birden fazla senaryo var nasıl çözüm olacağıyla ilgili.

"...going home is more difficult than going forward. the path back is misleading..." (481, Kafka on the Shore)

Zaten bu quote yeterince self-explanatory benim gözümde.

Geride kalanlar, geçmişte kalanlar yanıltıcı olabiliyor.
Sonuçta önümüzde bulunan yaşanmamışlıkları kendimiz, doğrusuyla yanlışıyla ama yine de kendi inandığımız biçimde şekillendirebiliriz.





dipnot: Murakami çevirisi yapılmaya başlanmış Türkçe'ye. Mesela bunu, "Sahilde Kafka" diye çevirmişler. Norwegian Wood'u da İmkansızın Şarkısı olarak.


15 Kasım 2011 Salı

eskiden yazdıklarımın bir kısmını okudum bugün.
bu da onlardan biri işte...

            Yüzünün tamamını pudraladı. Her yeri, iyice, hiçbir noktayı atlamadan… Geçti ayna karşısına sonra da. Eline bir boya fırçası aldı, ucunu hafifçe ıslattı. Etrafa su damlatmaktan kaçınarak, yavaşça göz pınarına doğru yaklaştırdı fırçayı. Narince, incitmekten korkarcasına bir yol çizdi yanağından aşağıya doğru. Sonu belirsiz bir yol. Sonra da diğer yanağına başladı çizmeye, ama yarım bıraktı. Bitirmekten korktu. İlkleri yaşamaktan korktuğu gibi, bu sahte gözyaşlarının kaderi olmasından korktu. Ürperdi, içi titredi. Midesi bulandı. Şakaklarını hafifçe ovuşturmaya başladı elleriyle, gitgide sertleşti. Başı daha çok ağrıdıkça, başparmaklarıyla daha çok bastırır oldu. Ve geri çekildi. Aynadan uzaklaştı ama geri geri. Ona bakarak attı adımlarını. Arada parmaklarıyla ordalar mı diye kontrol ederek sahte gözyaşlarını.
            Sonra bir hıçkırık duyuldu hafiften. Ardından şangırt diye bir ses, sonrasında derinden gelen ama zamanla bir böğürtüye dönüşen bir ağlama. Kim için, ne için olduğu belirsiz, içten gibi gözüken bir ağlama… Belki de çizilmiş gözyaşlarını gerçeğe dönüştürme çabası?..
            Ağlamayı hem bu kadar çok isteyip hem de bir an önce kendini durdurmaya çalışması biraz anlamsızdı ama sanki. Yine kafasından binlerce soru cümlesi geçiyordu ve o, bu sorulara cevap vermeye çalışmak yerine şuursuzca ağlıyordu. Hiç yakışmadı, değil mi?
            Milyonlarca parçadan oluşmuştu, hangisinden vazgeçeceğini bir türlü bilmeyen. Vazgeçmek de istemeyen aslında. Ama yine de, bu önyargılı “ben”den kurtulmak için her şeyini feda etmeye razı olan… Ne kadar çelişkili bir benlikti ki bu böyle? Ne kadar ne olduğunu bilmez, ayakları yere basmaz, eskilerin tabir edeceği şekliyle…
            Kısa bir düşünme molası verdiği bu ağlama seansına yeniden başladı. Aynasına ihtiyacı vardı. Kendini bir kâğıt parçasıymışçasına buruşturup attığı odanın köşesinde yavaşça eteklerini toparladı. Poposunun altına kıvırdığı ayaklarını, canının acımasına aldırış etmeden oynattı, dizlerini biraz kendine çekerek, hareket alanı yarattı kendine koskocaman odanın içinde camdan bir fanusmuşçasına kendisini içine hapsettiği o bit kadar köşede. Karanlıktı. Banyonun ışığı ulaşıyordu gerçi ama romantik bir loşluk kattığı için rahatsız olmuştu. Elleriyle yeri taramaya başladı. Kırık parçalardan biri parmak uçlarına değince aldı yerden. Işık bu sefer işe yaramıştı. Kendisine bakmaya çalıştı o ufacık parçadan. İnceledi, inceledi. Ağzını yüzünü buruşturdu sanki sahnede rol icabı ağlıyormuş gibi. Olmadı, bir şeyler gerçekçi değildi. Olmayan, yerine oturmayan bir şeyler vardı.  Olması imkânsız değildi ama değil mi?
                                              

13 Kasım 2011 Pazar

untitled (isimsiz)

biz farkında değilken birileri bizim sesimizi mi kesiyor?

12. İstanbul Bienali'ni gezmek için bugün SON gün!

11/11/11 tarihinin özgünlüğüne yakışacak bir biçimde, ben de bienali 2 arkadaşımla geçtiğimiz Cuma günü gezme fırsatı buldum.

Labirent şeklinde dizayn edilmiş Antrepo 3 ve 5'te zaman zaman nerelere gideceğimizi şaşırıp, hafiften yolumuzu doğrultamasak da, gri duvarların arasında İsimsiz'e ait sanat eserleri ve beyaz renkle boyanmış duvarlarda da kişisel eserleri görebileceğimizi bildiğimizden bir şekilde labirentte kendimizi ve birbirimizi kaybetmeden çıkışı bulabildik.

Modern sanat her ne kadar yoruma açık olsa da, yine de böyle sergilere önceden bir şeyler okuyup, az biraz fikir sahibi olarak gitmekte fayda var bence. Her ne kadar sanat eserine baktığımda benim yorumum önemli olsa da viewer olarak, sanatçının bana convey ettiği/ etmeye çalıştığı mesajın da bir şekilde benim tarafımdan doğru algılanabilmesi gerektiğine inanıyorum.

İsimsiz (Ateşli Silahla Ölüm) kısmından çok etkilendik.

"that soldiers killed/ the soldiers are being killed" gibi sözcükleri oluşturan, neon ışıkların yanıp söndüğü ve çeşitli cümlelerin kurulduğu bir harfler bütünü vardı - ki yazdığı tezatlıkların aynı harfler kullanılarak oluşturulduğunu görmek etkileyiciydi gerçekten.-

Sürekli arabanın yaklaştığı ve her seferinde, "Eyvah! Çocuğu ezip geçecek!" düşüncesiyle tamamını izleyemediğimiz bir video çalışması vardı mesela.

Sonra kurşun deliğinin kafa üzerindeki fotoğrafı hiç bu kadar canlı ve mide bulandırıcı görünmemişti bana daha önce.

Sonra İsimsiz (Ross)'ta da eşcinsellik konusu işlenmişti.

Kutluğ Ataman'ın (hakkında daha fazla bilgi için resmi websitesi: http://www.saatleriayarlamaenstitusu.com/site/main) askerliğe kabul edilmeyişiyle ilgili fiziki muayenesinin sonuçlarını yazan raporu vardı - ki orada en çok vurgulanan kavram hareketlerin, davranışların, sanatçının konuşmasının effeminate oluşuydu -

İsimsiz (Tarih)'te de aklımda kalanlar; yan koyulmuş bir kum saati (çalışmanın adı: Askıda Kalan Zaman'dı), TIME dergisinin ilk sayısından günümüze kadar kapak fotoğraflarının birbiri ardınca gösterildiği bir slayt gösterisi, yılları gösteren cetveller (mesela bir darbe cetvelinde, Türkiye'deki darbelerin tarihi işaretlenmişti) ve ifade edemeyeceğim toplumsal baskı ve elektriksel dışavurumun yansıtıldığı bir oyuncak


İsimsiz (Pasaport)'ta her yere çeşitli dillerde, "HER YERDE YABANCI!" yazılmıştı.
Verilmek istenen mesajı gayet güzel ifade ediyor bence bu sözcükler.

Bienal'in ithaf edildiği (adına düzenlendiği) Küba asıllı Amerikalı sanatçı Felix Gonzalez-Torres'in İsimsiz eserlerini de bilmek lazım tabii ki bu noktada. (12. İstanbul Bienali'ni Gezmeden Önce Yapılması Gerekenler! - Mimarizm)

Herkesin bienalden çıkarımları farklı olacaktır.
Bunlar sadece benim aklımda kalanlar.

Sanat dolu bir 11/11/11'di bizim için, güzeldi.

10 Kasım 2011 Perşembe

ah istanbul.

Uzanıp Kanlıca’nın orta yerinde bi taşa
Gözümün yaşını yüzdürürüm Hisar’a doğru
Yapacak hiçbir şey yok gitmek istedi gitti
Hem anlıyorum hem çok acı tek taraflı bitti

Bi lodos lazım şimdi bana bi kürek bi kayık
Zulada birkaç şişe yakut yer gök kırmızı
Söverim gelmişine geçmişine ayıpsa ayıp
Düşer üstüme akşamdan kalma sabah yıldızı

Ah İstanbul İstanbul olalı
Hiç görmedi böyle keder
Geberiyorum aşkından
Kalmadı bende gururdan eser

Ne acı ne acı insan kendine ne kadar yenik
Bulunmadı ihanetin ilacı yürek koca bir karadelik
Yapacak hiçbir şey yok gönül bu sevdi
Yeni bir ten yeni bir heyecan bilirim üstelik


dinlemek için: http://www.dailymotion.com/video/xcvq7e_sezen-aksu-ah-istanbul_music

anlam aramak çok anlamsız gelmeye başlar ya bazen. 
işte o anlarda dinlenilir bu şarkı.

2 Kasım 2011 Çarşamba

is.tan.bul dememe son 2 gece.
165 soruluk teorik nöroanatomi sınavıma da son 2 gece.
niye bu kadar çok çelişki var ki bu dünyada?..

30 Ekim 2011 Pazar


"yazdan kalma bir günden
ya da çölde çay filminden
bir sahne var aklımda
oyuncular sanki biziz..."

24 Ekim 2011 Pazartesi

sisler bulvarında seni kaybettim.


sisler bulvarı'ndan geçmediğim gün
sisler bulvarı öksüz ben öksüzüm
yağmurun altında yalnızım
ağzım elim yüzüm ıslanıyor
tren düdükleri iç içe giriyorlar
aklımı fikrimi çeliyorlar
aksaray'da ışıklar yanıyor
sisler bulvarı ayaklanıyor
artık kalbimi susturamıyorum

son iki hafta.
sisler bulvarı'yla buluşmama çok az kaldı.
tek bir papatya götürüp köşeye koymak istiyorum sadece.
saflığa ithafen...
ve sessizce, hiçbir şey demeden geri geri yürümek istiyorum.
insanların arasına karışmak,
herkesleşerek, onların arasında kaybolmak...
ve artık mümkünse konuşmamak.

 


anlatamıyorum.


bu şiir her yerde.
evet, biliyorum, çok klişe.
ama yine de çok güzel yazmamış mı Orhan Veli sizce de?

Ağlasam sesimi duyar mısınız,  
Mısralarımda; 
Dokunabilir misiniz, 
Gözyaşlarıma, ellerinizle?  
Bilmezdim şarkıların bu kadar güzel, 
Kelimelerinse kifayetsiz olduğunu 
Bu derde düşmeden önce.  
Bir yer var, biliyorum; 
Her şeyi söylemek mümkün; 
Epeyce yaklaşmışım, duyuyorum; 
Anlatamıyorum.  


iyi geceler sayın dinleyen. eğer böyle bir şey mümkünse.

22 Ekim 2011 Cumartesi

18 Ekim 2011 Salı

kar kesti yolu.


kar kesti yolu
sen yoktun.
oturdum karşına dizüstü
seyrettim yüzünü
gözlerim kapalı.

gemiler geçmiyor uçaklar uçmuyor
sen yoktun.
karşında duvara dayanmıştım
konuştum konuştum konuştum
ağzımı açmadım.

sen yoktun,
ellerimle dokundum sana
ellerim yüzümdeydi.

nazım hikmet

3 Ekim 2011 Pazartesi

ve attila ilhan'ı andım kendi memleketinde.

yalnızlıktan da kurtulup yalnız kalmak isterim. dizeleri yankılanıp durdu içimde ve bir kez daha kaptan'ı andım böylece.

gün batımındaki yalnızlık...

Bugün İnciraltı sahilinde tek başıma oturdum.
Elime kalemi kağıdı aldım aklıma bir şeyler geldikçe yazdım durdum.
Dengem bozulmasın diye bir süredir dinlemeyi reddettiğim müzikleri de kapsayan arşivimi açtım, shuffle'a koydum ve kendimi serbest bıraktım.
Denizle konuştum sonra.
Martılarla konuştum.
Onlar da benim kadar yalnızdılar o anda: yıldızlar daima yalnızdır
Ve birkaç fotoğraf çektim.
Yürüdüm, yürüdüm, yürüdüm.
Oradan oraya savruldum.
Bir noktada kayalara oturdum.
Dizlerimi göğsüme çektim, müziği kapattım ve suyun kıyıya vuran ufak dokunuşlarını dinledim.
İpek yumuşaklığındaki suya dokunmuş gibi hissettim.
Balık avlamaya çıkacak küçük takaların motorlarıyla hayal kurdum.
Günün batışına uzun zaman sonra tek başıma şahit oldum.

En çok ne istedim biliyor musunuz?

O sandallardan birine binmek
bilinçsizce denizin ortasına bırakılmak
güneşin tenimi hafifçe yakışını hissederken
martıların seslerini dinlemek
denizin tuzunu dudaklarımda duyumsamak
pürüzsüz de olsa suyun oynaşmalarıyla hafif hafif kımıldamak
ve koskocaman gülümsemek.

bunlar da bana arkadaşlık eden martılar...
büyük binanın hemen yanında da benim yurdum var :)

gün battı batacak...




2 Ekim 2011 Pazar

karmakarışık


Eylül’e dair bir şeyler yazmayı çok istedim.
Melankoli demekti eylül, hüzün demekti, çıtırdayan yapraklar demekti, buz gibi su yerine sıcacık çayla içimi ısıtmaya çalışmak demekti…
Ama İzmir’de bu ay çoook sıcak geçti.
Geçen hafta denize girdim, yüzdüm. Bu senenin ilk deniz keyfini Seferihisar’da çıkardım, öyle olunca da bir türlü istediğim havaya girip bu ayın benim için neler ifade ettiğini yazamadım.

Şimdi hava soğumaya başladı. Hem de öyle yavaş yavaş da değil, güneş batar batmaz rüzgâr başlıyor, dışarı adım attığım an içeri koşup yorgan bulup sarınasım geliyor.
Bugünün Pazar olduğunu da yazdıkça fark ediyorum.
Sabahtan beri ders çalışmaya çalışmacanın arasında siyah çay, yeşil çaylarla bir gün geçirdim.
Abur cubur yiyecek/ içecek bir sürü şey aldım.
Yattım, uyudum, çok üşüdüm.
Ayaklarımı saç kurutma makinasıyla ısıttım.

Şu an üzerime kalın bir hırka aldım, bağdaş kurdum yazıyorum.
Bir kenarda aslında Aylak Adam üzerine yazmaya başladığım yazı var. Kitap bu kadar beni etkileyince lömbürst diye alelade bir şey koymak istemiyorum hakkında.
Diğer tarafta bugün sabahtan beri beş kereden fazla dinlediğim Teoman şarkısı var: Papatya.
Uzun zamandır iş, güç, ders, koşuşturmaca arasında aklıma getirmediğim bir sürü şeyin şimdi yine kafama üşüşüp beni düşüncelere sürüklemesi var.
Soğukla birleşen karanlığın, aşağıda beni bekleyen üzeri kalem, kağıt, abuk sabuk ama bir ay sonraki sınavımda kurtarıcı olacak şekillerle dolu masamın üzerimde yarattığı stres ve gerginlik, kimse okumasın diye sürekli yanımda gezdirdiğim bir mektup, ne kadar yazarsam yazayım içimdeki o eksik kalmışlık, tam anlamıyla ifade edememişlik hissinden kurtulamamam, bazı şeyleri sürekli ertelemenin üzerimde yarattığı dengesizlik, kararlarımın bir andan diğerine çabucak değişivermesi…

İçimde ne kadar çok şey birikmiş meğerse.
Bu aralar çok içime kapandığımı hissediyorum.
En çok konuştuğum kişi kendim olmaya başladım.
Aslında buna dair hiçbir sıkıntım yok ama bu son bir iki gündür yine kafama takılan birkaç şey kafamı kurcalamaya başladı ve ben bunun sorumluluğunu sonbaharın gelişine, havaların soğuyuşuna yükleyip deniz kenarında yürüyüşe çıkmak istiyorum.

Beni en iyi tanıyanların şu an benden kilometrelerce uzakta olması, telefonla/ internetle iletişim kurmanın yüz yüze konuşmanın verdiği samimiyette olmaması, şehrimi özlemem…

Bunların hepsi birikmeye başladı ama 4 Kasım’dan önce de dönmeyeceğim geri, çok kararlıyım.
Zaten dönsem geride kimler kalmış diye bakmak için çaba harcamam gerekecek ve ben de bunu yapacak güçte hissetmiyorum kendimi. Belki aslında birkaç eksik dışında herkes oradadır – aynı benim yıllıkta yazılanlar gibi, dönüp baktığımda insanları burada, yanıbaşımda buluvermek istemem gibi- ama o, “belki değillerse?” sorusu çok düşündürüyor beni.

Bu yazı nasıl başladı, nasıl bitecek?
Sadece yazmak istedim.

Bir de gitmek istediğim iki film var: Oscar’a aday adayı olan, “Bir Zamanlar Anadolu’da” ve Woody Allen’ın, “Midnight in Paris”i.

Zaman bulup gidebilmek, kendi kendime hoşça vakit geçirebilmenin tadını çıkarabilmek ümidiyle bir çay daha yapmak üzere gidiyorum bilgisayarın başından.

Tabii bir de çoraplarımı giyip, üzerime bir kat daha bir şey alıp aşağıya da inmem lazım.

Cem Adrian’dan gelsin bu ayın ilk şarkısı: Sonbahar!

dinlemek için: http://fizy.com/#s/1lqu4b

20 Eylül 2011 Salı

kaybolmuş çiçek dürbünüm.

bir çiçek dürbününden insanlara bakarken...

bu kadar çok rengi bir arada görmeyeli çoook uzun zaman olmuş gibi hissediyorum.

herkes, her şey çok aynı.

bu sıradanlığı bir şekilde çıkarıvermek lazım hayatımızdan ama nasıl?..

17 Eylül 2011 Cumartesi

2011-2012 eğitim-öğretim yılı hayırlı olsun.

hayatımın anahtar kelimeleri:

okul.kütüphane.308 no'lu oda.score kongre'11.eylül'de dokuz eylül'de.gitsem mi ki?.seferihisar.çeşme.24-25 eylül.kuzenimin sünneti.7-9 ekim.debat üçüncü bilim şenliği.kongre.organizasyon.bilimsel kurul.bildiri kitapçığı.çeşme.vapur.onkolojide güncel yaklaşımlar.hocalar.randevular.ajandam.kayıtlar.posterler.gidebilicem mi?.uçak bileti.öçm.6,5 puan.kocaeli.gk.15-17 ekim.eyp.european youth parliament.avrupa gençlik parlamentosu.toplantı.bi daha toplantı.aynı anda farklı toplantılar.sabiha gökçen.sabancı.adnan menderes.uçak promosyonları.hotel ayarlamaca.single/double/triple odalar.bitmek bilmeyen telefon görüşmeleri.mart.2012.69. uluslararası konferans.istanbul.bi ara sınavlar.ertelenen doktor randevusu.öğrenci belgesi.kayıp öğrenci kartı.uyku.okuma listesi.okunamayan kitaplar.izlenilmek üzere sıraya konulmuş filmler.uyuyakalmalar.sivrisinekler.

şimdilik aklıma gelenler...

11 Eylül 2011 Pazar

is.tan.bul

bu başlığı o kadar çok facebook'ta status'um olarak kullandım ki...
geçen seneyi ve bu yazı istanbul'a gel-git'lerle geçiren biri olarak belki de, "ben de buradayım" çabalamasıydı bu.
küçük bir kızın arkadaşlarını özlediğini belirtme şekliydi.
doğduğu şehre olan aşkını vurgulama arzusuydu.
şu an yine is.tan.bul'dayım ama bu sefer parlamentonun gelecek konferansının organizasyon ekibinde olanlar ve ailemdekiler dışında kimse bilmiyor benim bu şehre ayak bastığımı.
sessizce geldim. kimseyi aramadım. hiçkimseye haber vermedim.
zaman mıydı bahanem? yoksa üşengeçlik mi? belki de isteksizlik?
bilmiyorum.
sanki artık farklı bir yolda yürüyorum gibi geliyor bana.
geriye dönüp baktığımda, eskileri çok özlediğimi fark ediyorum ama yaşanmışlıkları geri getirmek için de elimden bir şey gelmiyor gibi sanki.
izmir-istanbul arası mekik dokumak belki de ruhsuz ve anlamsız hissettiriyor bana kendimi bir noktadan sonra.
buraya gelmiş olmamın bu kadar sık yaptığım bir eylem olduğunu düşünerek çok da önemli olmadığını fark ediyorum.

yine de dün kısırkaya - ki burası sarıyer'e minibüsle yarım saat uzaklıkta, karadeniz kıyısında bir köy- muhteşemdi.
toplantı yapmak için daha güzel manzarası olan başka bir yer bulamazdık herhalde.
gün batımında kumsalda çıplak ayak yürümenin, dalgaların verdiği serinliğin, turkuaz renginin binbir tonunun verdiği iç rahatlığının ve küçücük beyaz bir salıncakta yeşille bütünleşmiş olarak hafifçe ileri geri gidebilmenin keyfi de paha biçilemez.

ucundan kıyısından bir şekilde, eğer istersek güzel şeyler bulup çıkarabiliyoruz.
ve devasa mutluluklardansa, ben böyle hiç beklemediğim bir anda minicik sürprizleri daha çok seviyorum.

fizy'nin mood bölümü de tam ne dinlemek istediğimi bilmediğim anlarda yardımıma koşuyor.
mood'um karmaşık dedim, ajda pekkan'dan bu şarkıyı dinlettirdi bana.
yeşilçam şarkılarını anımsattı bana.
"tut tut tut tut kalbimi
isterim geri.
...
bir köşede yalnız kaldım."




8 Eylül 2011 Perşembe

üvercinka

bir mısra daha söylesek sanki her şey düzelecek




bu şiiri çok seviyorum.

30 Ağustos 2011 Salı

i wanna hold your hand.

Prag'ta son günümde güneş yüzünü hiç göstermedi.
Sabah kaldığım evden çıkarken, dışarısı çok soğuktu.
Sonra da bir yağmur başladı.
Ve yağmur bir daha hiiiiç durmadı zaten.
Elimde şemsiyem, Charles Bridge üzerinde yürürken rastladım bunu satın aldığım yere.
John Lennon duvarı üzerine çizilen ama zamanla yok olmuş bu dizeler ve onlara eşlik eden kız ve erkek çocuk figürleri.
Benim olması gereken bir fotoğraftı.
Param da çok azdı.
Bu gel-gitler arasında adamla pazarlığa başladım.
Baktı benim param büyük resmi almaya yetmicek, o da bana büyük bir kutudan bu küçük ama benim için hâlâ sempatik olan kartpostalı bulup çıkardı.
75 Çek kronundan fiyatı 55'e düşürmesiyle de koskocaman bir gülümsemeyi ve Çekçe teşekkür edilmeyi hak etmişti.

Ve bir şey daha...
Ne zaman bu şarkı sözlerini duysam, şarkıyı dinlesem, Can Yücel'in bu dizeleri geliyor aklıma tamamen serbest çağrışımla: "Sen gittikten sonra yalnız kalacağım./ Yalnız kalmaktan korkmuyorum da/ ya, canım ellerini tutmak isterse..."

dinlemek için: http://fizy.com/#s/16slu1

aradığım yeri buldum.






Polonya'daki üçüncü haftasonumda Krakow'a gitmeye karar verdik Lublin değişim grubu olarak. 
Kalacağımız yurtla görüştük, tren biletimizi aldık, sabahın 5'inde uyanıp yola çıkmayı başardık nasıl olduysa.
Cuma günü öğlen gibi vardık. Yurdumuza yerleşip, sonrasında şehir merkezine inip yemeğimizi yedikten sonra şehri keşfetme vakti gelmişti artık. 
Bu sefer toplu gezmek gelmiyordu içimden.
İnsanları çok sevmeme rağmen nedense şehirleri yalnız başıma veya en fazla üç kişiyle keşfetmek hoşuma gider benim. 
Böylece daha özgürce atabilirim adımlarımı. 
Elimdeki haritaya bakmadan içimden geçtiği sokaklara sapıp aralarda kaybolabilirim. 
Şehirlerin ruhuna böyle elleyebildiğime inanırım çünkü ben. 
Şehirlerin kokusunu böyle daha iyi içime çekebilirim, yerliler gibi hiç acelem yokmuşçasına yavaş yavaş adımladığımda sokakları kendimi onlar gibi hissedebilirim. 

Aynen benim gibi düşünen bir arkadaşımla, diğerlerini beklemeden yemeğimizi yer yemez yola çıktık. İlk birkaç dakika haritaya göre belirledik rotamızı, sonraysa zaten belli bir yuvarlağın etrafına yerleşmiş olan Krakow'un Old Town'unda kaybolabilmenin çok zor olduğu gerçeğiyle haritaları çantalara atıp konuşa konuşa, arada fotoğraf çeke çeke istediğimiz sokaklara saptık. 
Keyifli yollardan geçtik. 
Canımız istediğinde en gereksiz yerlerde zaman geçirdik. 
Benim fotoğrafım çekilirken fotoğrafa dahil olan çocukla ara sokakların birinde tekrar karşılaştık; ben konuşmaya utandım, arkadaşım tekrar fotoğraf çektirsek mi diye sordu. 
İşte o ara bir yere rast geldik. 

Hafif loş ışıklar, 
kahverenginin her tonuyla sarıp sarmalanmış bir iç düzen,
kahve kokusu, 
terk edilmişlik izlenimi verircesine insandan arınmış bir mekan. 

Saat 18.30 filandı ve bizim, grubun geri kalanıyla saat 19.00'da buluşmamız gerekiyordu. Bunu umursamadan adım attık içeriye. Tüm bu dış görünüşe eklenen bir eski kitap ve tahta kokusuyla sarıp sarmalandık. 

Hayatta en çok sevdiğim şeyler bir ortamda birbirlerini bulmuş gibilerdi.
2 tane masa vardı. 
Bar gibi minik bir yer vardı içeri gelenleri karşılayan. 
İçeride başka bir odada daha çok kitabın bulunduğunu gösteren işaretler vardı birkaç yerde. 
Ve işte biz orada oturduk.
Kahvelerimizi yudumlarken bir yandan da konuştuk.
Birbirimize çekincelerimizi anlattık.
2 haftadan uzun bir süre beraber aynı ortamda bulunduğum insanı ben bu ortamda daha yakından tanıdım.

Etrafı kokladım. 
Kitaplara elledim. 
Eskinin yaşanmışlığının izlerini her bir sayfada, her bir satırın üzerinde ellerimi gezdirirken iliklerime kadar hissettim. 
Dışarı çıktığımda sadece gülümsüyordum. 
Gerçek mutluluk bu yerdeydi sanki. 
Çok insanın keşfedemediği bir gizemdi adeta. 
küçük şeylerde gizli en büyük mutluluklar...

yolunuz Krakow'a düşerse diye bu da kitabevi & cafe'nin adı
Massolit Books & Café
www.massolit.com

26 Ağustos 2011 Cuma

uzun yağmurlardan sonra...

Ilık bir Prag gecesinden yazıyorum.
Huzur dolu, bir aylık çılgınlığın, yorgunluğun, acelenin, hızlı temponun aksine yavaşlığın, monotonluğun, birazcık da yaşlılığın yüzümü gülümsettiği bir Prag gecesinden yazıyorum.
İstanbul'a dönmeme sayılı saatlerin kaldığı bu gece, bir aydan sonra ilk defa oturabildim. İçime bakabildim. Kendimle birkaç kelime konuşabildim. Almanca/Çekce süren konuşmalara İngilizce'yle dahil oluverdim. Galiba bu iki hayatın böyle birbirine karışmadan, birbirine müdahale etmeden yanyana devam edebilmesi fikrini çok sevdim.

Bir evin balkonundayım.
Etraf karanlık. Binayı sarmaşıklar kuşatmış. Tek bir cam ve tek bir kapı var sadece.
Tahta bir veranda. Tahta sandalyeler. Tahta bir masa.
Yarısı dolu bir şarap şişesi.
Üzerinden birkaç yudum alınmış şarap kadehleri.
Karanlığı hafifçe dolaşan mumların ışığı, yukarı baktıkça size göz kırpan yıldızlar.
Prag'ın ışıkları.
Şehrin gürültüsünden uzakta tertemiz bir hava.

Evet, gece olduğunda tüm şehirler çok daha güzel, çok daha alımlı, çok daha çekici geliyor bana.

Ve evet, hayat üzerinde uzuun uzuun düşünüp, kendimizi paralarcasına kafa yoracak kadar karmaşık değil.
Bir yerde durmak, hayatın basitliğinde sürüklenmek, Nazım Hikmet'in dediği gibi yaşamayı ciddiye almak lazım.

"Yani bütün işin gücün yaşamak olacak..."

10 Ağustos 2011 Çarşamba

belki de...

nedense bugün depresif bir şeyler yazasım var. zaten hep öyle oluyor, canım hiç nedensizce sıkıldığında hemen bir şeyler yazma isteği duyuyorum. eskiden günü gününe, mutlu mutsuz her anımı anlatmak isterdim not defterime. uykusuz kalma pahasına kalemi elimden bırakmazdım, üstümde kalem - defter uyuyakalırdım; ya da defteri bana en yakın yere koyuverirdim: yastığımın altına.
ama artık, neden bilmiyorum, sadece üzüldüğümde, ağlayasım geldiğinde, kendi içime kapanıp yalnız kalmayı tercih ettiğimde aklıma geliyor defterim. gördüğüm önemli yerleri not etme düşüncesiyle tarih atıp yazmaya başladığımdaysa bir şekilde kafam dağılıyor, yazmaya devam etmeye üşeniyorum.
ama bu isteksizlik, onu sevmediğim anlamına gelmiyor. sadece kafam karışık ve kendi iç dünyamda huzuru bulmaya, bir süredir korumaya çalıştığım barışçıl iç dünyamı genişletmeye ihtiyacım var o kadar.

bunları neden yazdığımı bilmiyorum. canım şu an her gün, her yerde çalan şarkılarla mutfakta dans eden insan topluluğuna katılmak, çok eğleniyormuş gibi kahkahalar atmak, ileri geri birkaç adım atıp dans edermiş gibi görünmek istemiyor o kadar.

ve bu arada, albert camus'nun düşüş'ünü sonunda bitirdim. yolculuk için doğru bir seçim olmasa da, kitaptan altını çizdiğim cümlelerle daha detaylı bir şeyler yazıcam hakkında. bu aralar en sevdiğim şey herhalde kitap cümlelerinde kendimi bulmak. ben yazmaya üşenirken, geçmiş zaman dilimlerinde birileri benim yerime beni çok güzel ifade eden sözcükleri yanyana getirmişler zaten.

6 Ağustos 2011 Cumartesi

summer exchange

Günü gününe yazamıyor olsam da bir yerden başlamak lazım düşüncesiyle bilgisayarın başına geçtim şimdi.  Mutfakta bir Portekizli, bir de İtalyan arkadaş makarna pişirmekle meşguller bize. Ben de odamdayım işte. Bugün adını bilmediğim, zaten bilsem de yazamayacağım bir yere gittik. Sivrisineklerle savaşmaktan doğal ortamın, yeşilliğin, bir noktadan sonra yağmurun başladığı güzel havanın tadını çıkaramadık. Çok eğlendik, tamam ama koskocaman sivrisinekler olmasaydı, beni de 8 yerimden ısırmasalardı çok daha şahane olurdu.
Perşembe günü - ki o gün benim hastanedeki ilk günümdü- Majdanek Konsantrasyon Kampına gittik. Eğer yanımda sürekli espriler yapan, gördüklerimizle eğlenebilmemizi sağlayan bir arkadaşım olmasaydı kesinlikle depresyona girerdim. O tahta kokusu, zamanla ekleyeceğim fotolarda görülebilen sıkış tıkış odalar, kamptakilerden toplanan saçlar, ayakkabılar, çocukların elinden zorla alınan oyuncaklar... Midem bulandı bir noktada. Hapsedilenlerin yürütüldüğü, ilk başlarda elektrikli tellerle çevrilmiş yollardan yürüdük, insanların diğerlerine ibret olsun diye asılarak idam edildiği meydanlardan geçtik. En sonunda da alta fotoğrafını koyduğum anıta vardık. Büyük çatının altında toprak yığını var ve o toprak yığınında yakılanların külleri duruyor. Üstünde de Lehçe olarak bir yazı var. "Let our fate be a warning to you"; yani, "Bizim kaderimiz sizin için bir uyarı olmalı" 
Çok, çok, çok etkileyiciydi.


Gezdiğim yerlerle alakasız bir dipnot: İnternetten kopmalıyım bir ara, çünkü bazen bazı şeyleri görmek, okumak; bazı şeylerin geç de olsa farkına varmak hem can sıkıcı hem de çok üzücü olabiliyor.

Devamı gelecek...

2 Ağustos 2011 Salı

işte yine gidiyorum.


gitmek teması o kadar çok yer etti ki bu blog'ta.
baktıkça ben bile diyorum kendi kendime, 'sürekli gitmekten bahsetmişsin ama bir türlü gidememişsin arkadaş!' diye. ama 'ben ne gidebildim, ne de kalabildim' demiştim zamanında; onu da çok net hatırlıyorum.
iki arada bir derede, kararsızlıklar, dengeyi bulma çabaları, insan ilişkilerindeki bocalamalar, kendi dünyamda düze çıkma uğraşları arasında sürdürürken yaşamımı, yarın için bir kez daha, "işte gidiyorum!" diyorum. polonya'da tıp stajı yapmaya gidiyorum. ilk defa okuduğum okula, ileride içinde yer alacağım dünyaya dair bir şeyler yapacağım için mutluyum. umutluyum da aynı zamanda. istanbul'un sıcağı, yaşadıklarımın dereceyi hiç de azımsanmayacak bir biçimde artırmasıyla çekilmez olmaya başlamıştı çünkü.
bavulumun bir kısmı hazır, içine düzgünce yerleştirilerek koyulmayı bekleyen eşyalar da dağınık bir şekilde de olsa gözümün önünde, odamda duruyorlar.
bu yazıyı yazdığım yatağımın üstünde, hemen yanımda okumak için alacağım kitaplar var: nietzsche ağladığında, aylak adam, kafka on the shore. körlük, anayurt oteli, the pearl de bana mahzun mahzun bakıyorlar, çünkü ilk başta kafamdan onları almak geçiyordu yanıma polonya'ya giderken.
kıyafetler dışında takılarım masanın üstünde, sırt çantam yerde kilimin üstünde hazırlanmayı bekliyor.
ve bu attığım adımla artık geriye dönüp bakmayı reddediyorum. öncelerde sözlerimi geri almak istediğim anlar olmuştu ama artık değil. kafamda şimdiden gelecek aylara -gelecek seneye (senelere), gelecek yaza- dair kurguladığım planlar var. işlerimi daha da ertelemeden hallettikçe duyduğum hazzın paha biçilemez olduğu gerçeğini hatırlatıp duruyorum kendime.
kafamda iki şarkı vardı birbiri içine geçmiş bu yazıyı yazarken: kazım koyuncu'nun "işte gidiyorum"u ve sezen aksu'nun "gidiyorum"u. aslında ilkine sadece çok az bir kısım ekledim ikincisinden, birazdan gittiğim yerlerde bana eşlik etmeye daha bu yaz başlamış not defterime de yazacağım şu kısım: bir kendim, bir ben gidiyorum.
ve 'zaman, sadece birazcık zaman..."





İşte gidiyorum
Bir şey demeden
Arkamı dönmeden
Şikayet etmeden
Hiçbir şey almadan
Bir şey vermeden
Yol ayrılmış, görmeden gidiyorum
Ne küslük var ne pişmanlık kalbimde
Yürüyorum sanki senin yanında
Sesin uzaklaşır her bir adımda
Ayak izim kalmadan gidiyorum
Gerdiğin tel kalbimde kırılmadı
Gönülkuşu şarkıdan yorulmadı
Bana kimse sen gibi sarılmadı
Işığımız sönmeden gidiyorum





dinlemek için: http://fizy.com/#q/işte+gidiyorum

1 Ağustos 2011 Pazartesi

kitap okuma zamanı

2 ay kadar önce kayıt yaptırdığım www.goodreads.com'a tekrar dönme kararı aldım.
Şifremi, kullanıcı adımı, kullandığım mail adresi gibi kombinasyonları bir türlü birbirine uyduramayınca da tekrardan kayıt oldum. O yüzden eklediğim kitaplar çok da fazla değil ama daha çok vakit ayırıcam bu siteye.
Güzel bir paylaşım, kitap okumayı sevenler için...
Okuma zevklerimizin benzediği insanlarla fikir alışverişinde bulunabilmek dileğiyle...

31 Temmuz 2011 Pazar

kimlik.milan kundera

Milan Kundera'yı geçen seneden beri okumak için yanıp tutuşuyordum.
O'ndan bahseden çok kişi vardı ve ilk defa tüm popülerliğine rağmen bir yazar ilgimi çekti.
İzmir'deki kitap fuarında da, bu yazara bir adım olarak, içeriğini ve ismiyle muhteşem uyum sağladığını düşündüğüm kapak resmini beğendiğim, "Kimlik" kitabını satın aldım.
Sadece 156 sayfadan oluşuyordu, yazarın en çok ilgi gören kitaplarından değildi ama iyi bir başlangıçtı kanımca.
Sonra Çek asıllı ancak kitaplarını Fransızca yazan bu yazarın, Fransa'da bana eşlik etmesi gerektiğine karar verdim. Oraya ait bir şeyleri kitapta bulabilmekti amacım, ya da kitapta adı geçmesi muhtemel yerleri ziyaret etmek... İyi ki de bu yazar bana bu gezimde eşlik etmiş, çünkü benim için çok farklı anlamlar içeren bu ülke ve özellikle de başkent Paris bu kitapla daha bir anlamlandı. Ben kendi içimde farklı arayışlardayken ve geçmiş-şimdi-gelecek arasında gidip gelip kendime sorular sorarken kitaptaki karakterler de kendi kimliklerini arıyorlardı. Farklı zamanlarda aynı düşünüyorduk karakterlerle ve birçok diğer şair ve yazarın yaptığı gibi Milan Kundera da benim zihnimden geçirdiklerimi kâğıda dökmede çok başarılı olmuş. Yalın bir anlatımın bu kadar doyurucu, dolu dolu ve düşündürücü bir içeriğe sahip olması daha da önemli herhalde; ağdalı, süslü püslü anlatımlarla okuyucunun kafasını karıştırıp anlam kargaşası yaratmak yerine direkt ve kesin söylemlerle düşünce girdabına sokuyor kendisi bizleri.
Bu güzel bir başlangıçtı, aklımda birkaç kitabını daha okuyup kendisi üzerine kendisini okuyan birileriyle sohbet etme düşüncesi var.

Şimdi de birkaç alıntı kitaptan:

"...aşkın bakışı, yalnızlaştıran bir bakıştır." Bir ara da sevmek bu kadar can yakmamalı demiştim yine blog'ta, öyle olunca bu cümle de çok tanıdık geldi.

"...O dönemlerde askerlerin bile birbirlerini tutkuyla öldürdüklerini düşünüyorum. Yaşamın anlamı, insanlar için bir 'soru işareti' değildi, yaşam onlarla birlikteydi, tüm doğallığıyla..."

"Seni tanıdığımdan bu yana her şey değişti. Bunun nedeni, yaptığım küçük işlerin benim gözümde daha tutkulu hâle gelmiş olması değil. Çevremde olup biten her şeyi, ikimizin arasında konuşulacak konulara dönüştürmem."  Fazla tutku, fazla bağlanma, bir noktadan sonra da O kişiyi hayatının merkezine koyma. Bir yerlerden tanıdık geliyor bana bu?..

"Aslında kimdi güçlü olan?"

"Oysa ben buradaydım! Buradan geçtim! İlerde ne olursa olsun, beni unutma!"

"Bu dünyada doğmuş olmak ister şans, ister şanssızlık olsun, yaşamını burada yaşamanın en iyi yolu, benim şu anda yaptığım gibi, ilerleyip giden neşeli ve gürültücü bir kalabalığa kendini bırakmaktır."

"Gözümü kırpıştırmak beni korkutuyor... Hayır, sana bakmak istiyorum yalnızca... Lambayı gece boyunca açık bırakacağım. Her gece." Ben de öyle yapacağım bundan sonra.

Keyifli okumalar.

time to move on - tom petty

Son 2 haftadır, telefonumun notlar bölümüne yazdıklarımı gerçekleştirmeye başladım bugün.
Yavaş yavaş, yapılacaklar adı altında yazdıklarımı yaptıkça üstlerini çiziyorum.
En basitinden, stajım için Polonya'daki Staj Değişim Koordinatörünü bilgilendiren mail'i yollamayı bile erteliyordum, çünkü bilgisayarı açıp yazmak zor geliyordu.
Ama artık ertelemek yok.
Düşündüğünü uygulamak ve harekete geçmek var.
...
Bugün, İstanbul'da en sevdiğim yerlerden biri olan Küçüksu Kasrı'ndaydım.
Gözlerimi kapattım. 
Esen rüzgârı hissettim yüzümde, ellerimde, ruhumda.
Suyun sesi, iyotlu deniz ve sadece hayallerimde var olan kumsalın kokusuna karıştı.
Martı sesleri, dalgaların kıyıya vuruşlarında kayboldu.
Ve kafamın içinde o anda, "Gündüz düşlerinde her an yanımdasın..." diyordu Teoman.
Garip bir şekilde farkına vardım ki, ben içimde güzel hatıraları yaşattıkça, ben gözlerimi kapatıp kendi içime baktıkça ve ben çiçek dürbününün içindeki renklerden kendime bir dünya kurdukça olumsuzluklar yok olacak.
Anılara özlem duyduğumda sadece gözlerimi kapatmam yetecek onları hatırlamama ve bu şekilde ne kimse kırılacak, ne kimse üzülecek ne de kimsenin canı yanacak.
Fakat bir süre için işte gözlerimi kapatmayacağım. 
Sonuna kadar açık tutacağım ki içimde kopan fırtınalar dinginleşsin ve doğru zaman gelip gözlerimi kapadığımda yine o masal dünyamdaki pembeliklerde bilinçli bir biçimde, huzur dolu olarak kaybolabileyim.
İşte o zamana kadar, yapılması gereken işlerimle uğraşacağım.
Çünkü fark ettim ki, üstünü çizdikçe listemdekilerin içim rahatlıyor.
Bir sorumluluğumu daha yerine getirmenin huzuruyla doluyorum.
İşte o yüzden internette gezerken, biraz önce rastladığım bu şarkıyı hayatımın merkezine koyuyorum:


It's time to move on, time to get going
What lies ahead, I have no way of knowing
But under my feet, bad grass is growing
It's time to move on, it's time to get going


dinlemek için: http://fizy.com/#s/1nf2xy

29 Temmuz 2011 Cuma

of, ben ne yapıcam şimdi?..

Bugün arkadaşlarımla pasta kestik. Mumları üfledim, ama içim buruktu. 
O insanların hepsini bir araya toplayan foolonthehill'in morali bozuktu, üzgündü, bana bir şey demese de biliyordum ki içinden bana dair, benimle ilgili bir sürü soru geçiyordu.
Onu arayıp konuşabilirim şimdi. Ya da facebook'tan yazabilirim. Veya telefonuna mesaj yollayabilirim ama yapamam. Benimle görüşmeyi reddediyor artık, biliyorum uzun bir süre de bu durum sürecek.
Ben kendimce doğru olduğuna inandığım bir şey yaptım. Yaptığım şeyle kendimi daha iyi hissedecektim, hem kendim daha mutlu olacaktım hem de çevremi mutlu edecektim. Ama olmuyormuş demek ki, aynı anda bir sürü insanın yüzü gülmüyormuş. Aslında gülüyormuş da bu gülümseme sonsuza kadar, aynı benim hayal ettiğim gibi sürmüyormuş.
Mumları üflerken de uzun sürdü dileğim, aslında iki sözcüktü içimden geçirdiğim: mutluluk ve huzur. Kafamda tekrarlayıp durdum bu sözcükleri, belki olur da yakın zamanda gerçekleşirler diye.
Şimdi hayatında üzüntüye neden olacağım bir kişi daha kaldı. O da benden nefret edecek. O da artık beni hayatında istemeyecek. Ve ben tüm bunları kaldırabilecek güçte değilim. Öyle gözüksem de bazı şeyler bana ÇOK ağır geliyor.
Böyle "kanadı kırık" gitmek istemiyorum buralardan. Biri parmaklarını şıklatsa, bugün öğleden sonrasının "su yeşili mutluluğuna" dönmek istiyorum, kendimi en güvende hissettiğim kollarda avunmak istiyorum. Oturup ağlamak, ama ağlanınca da sahiplenildiğini bilmenin güven duygusuyla sarıp sarmalanmak istiyorum.
Açık açık olmasa da "git!" dedi bana.
Ben ne yapıcam şimdi? Hiç bu kadar açık yazmadım bir kişi hakkında bu blogta ama başka çarem kalmadı, benim her şeyimi bilen bir insan nasıl artık yanımda olmaz ki?..

Kalbim sıkıştı yine. Daha fazla devam edemeyeceğim.

Umarım sizin güzel başlayan zamanlarınız güzel biter ve sevdikleriniz hep yanınızda olur...

İyi geceler.

27 Temmuz 2011 Çarşamba

in other words, darling kiss me...

hayallerin gercek olana kadar hayal et diyorum en basından beri, bugün bir hayalim daha gercek oldu: Paris'i Eiffel'in tepesinden izledim, arka fonda da Edith Piaf sadece benim için söylüyordu, "La vie en rose"; sonra da Louis Armstrong başladı, "Hold me close..." diye. Işıklar yanıp sönüyordu, mutluluk vardı, sonra bir ara Attila İlhan da Sisler Bulvarı'ndan geçirdi beni ve o ara çok istedim dedi MFÖ, "Sonsuzluğa akıp gitmek istedim..."

Masal gibi bir geceydi iste, umarım devamı gelir...

19 Temmuz 2011 Salı

is it really so strange? - the smiths

I can't help the way I feel

I could never, never, never go back home again

dinlemek icin: http://fizy.com/#s/1g0vju

Eylul 1'de geri donus icin ucaga bindigimde umarim cok, cok, cok daha farkli hissederim!..

15 Temmuz 2011 Cuma

"uzun yağmurlardan sonra"

Uzun zaman sonra, Suavi'nin bu şarkısını paylaşmak istedim.

Fransadayım. baya soğuk hava... Ne yapacağını bilememenin şaşkınlığına karismis farklı bir ülkede olmanın özgürlüğü var üzerimde.

En iyisi vaktimin daha bol olduğu bir anda yazmak.

Şimdi sadece bu şarkıyı dinlemeli.

3 Temmuz 2011 Pazar

...hediye...

İnsanlara hediye almayı seviyorum.
Öncesinde "Acaba ne alsam?" diye düşünmeyi,
Kişilere özgü ve yaratıcı bir şeyler bulunca da gönül rahatlığıyla alışverişe çıkmayı,
Anlamlı bir şeyler bulabilmeyi,
                                             seviyorum.

Hediyelerin üstüne minik kartlar iliştirmeyi,
Kişiye özel sözcükleri ardı ardına sıralamayı,
Karşımdakini gülümsetmeyi,
Hediyeyi alınca karşı tarafın nasıl bir tepki verebileceğini düşünmeyi,
                                                seviyorum.

Tabii hediye vermek kadar hediye almak da var :)

Bazen kendime de hediye alıyorum mesela. Hediye demek paketiyle, süslü püslü bir dış görünüm demek olduğu için, alışverişin sonunda özel olarak rica ediyorum. Kurdelesinin rengine kadar beğeniyorum kendi hediyemi. Bazen değiştirme kartı da koyduruyorum içine. En zevkli kısım da eve gelince başlıyor: ilk kez görüyormuşcasına hediye paketini büyük bir nezaketle açmak, kutuyu ve/veya ambalajını düzgünce bir kenara koymak ve sonrasında da kendime aldığım hediyenin keyfini çıkarmak :)

2 Temmuz 2011 Cumartesi

içinden doğru sevdim seni

İÇİNDEN DOĞRU SEVDİM SENİ  
İçinden doğru sevdim seni 
Bakışlarından doğru sevdim de  
Ağzındaki ıslaklığın buğusundan  
Sesini yapan sözcüklerden sevdim bir de  
Beni sevdiğin gibi sevdim seni  
Kar bırakılmış karanlığından.  
Yerleştir bu sevdayı her yerine  
Yüzünde ter olan su damlacıklarının  
Kaynağına yerleştir  
Her zaman saklamadığın, acısızlığın son durağına  
Gül taşıyan cocuğuna yerleştir  
Ve omuzlarına daracık omuzlarına  
Üşümüş gibisin de sanki azıcık öne taşırdığın  
Tam oraya işte, uçsuz bucaksız bir düzlükten  
Bir papatya tarlasıyla ayrılmış göğüslerine yerleştir  
Ve esmerliğine bir de, eski bir yangının izlerinin renginde  
Saçlarının yana düşüşüne, onları bölen ikiliğe  
Alnından başlayan ve ayak bileklerinde duran  
Yani senin olmayan, seni bir boşluk gibi saran hüzne 
Yerleştir onu bir kentin parça parça aklında tuttuğun  
Kar taneleri gibi uçuşan  
Ve her gün biraz daha hafifleyen semtlerine  
Yerleştir bu sevdayı her yerine.  
Ekledim ben tattığım her şeyi denizlere  
Bildiğim ne varsa onlar da hep denizlerden   
Sen de bir deniz gibi yerleştir onu istersen  
Sevdayı  
Ve köpüklendir  
Ve yaşlandır ki işte kederi anlamasın  
Ama dur, her deniz yaşlıdır zaten  
Öğrenmez ama öğretir mutluluğu  
Bizim sevdamız da öyledir, iyi şiirler gibi  
Biraz da herkes içindir. 
Ve gelinciğin ikinci tadına benzemeli  
Var eden kendini birincisinden  
Yani bir sevdayı sevgiye dönüştüren.  
Ben şimdi bir yabancı gibi gülümseyen  
Tanımadığın bir ülke gibi  
İçinde yaşamadığın bir zaman gibi  
Tam kendisi gibi mutluluğun   
Beni bekliyorsun  
Ve onu bekliyorsun beni beklerken.  
                                Edip CANSEVER  
                               

bilinç akışı

Yazı yazmak istiyorum. Eskinden olduğu gibi uzun yazılar yazmak istiyorum. Herkesi, her şeyi bir kenara atıp sadece yazmak istiyorum.

Uçlarda yaşıyorum yine bu aralar. Daha geçen gün ani bir kararla facebook’u kapattım, sonra hakkımda bir şey yazıldığını duyunca merakıma yenik düşüp açıverdim. Sonra internete girmeme kararı verdim ama hemen ertesinde finale çalışma döneminde internette takılmanın zamanımı değerlendirmemde(!) bana yardımcı olacağı inancıyla bu kararımdan da caydım. Telefonu az kullanma konusunda, bir tek, beklediğim istikrarı yakaladım. Tabii ki bunda telefonu bulunduğum odadan farklı bir odaya koymamın çok faydası oldu.

Sonra dün’ü tamamen tatil ilan ettim. Alışveriş yaptım, arkadaşlarımla özlem giderdim. Keyifliydi. Öyle olunca bugün de uzun zaman sonra 12-1 gibi değil de 10 gibi daha normal bir saatte güne merhaba diyebildim. Güzel bir kahvaltı sonrası yaptığım sütlü kahve ve Cumhuriyet Kitap Eki’ni okumanın keyfi de başkaydı hani. Hem dün, sınava çalışıyorum diye okumaya ara verdiğim kitabıma da kaldığım yerden devam ettim. Bugün de şiir günü gibi oldu. Akşamdan beri ara ara internete girip şiir okuyorum. Bir sürü Edip Cansever okudum mesela. Kendisini pek bilmiyormuşum ben. Sonra Üvercinka’yı, Mavi Gözlü Dev’i, Göğe Bakma Durağı’nı tekrar okudum.

Geçen gün biri benim de çok sevdiğim şiirlerden birini en beğendiği şiir ilan edip paylaşınca bozuldum. Sanki o şiir bir tek bana aitmiş de bu yapılan hiç uygun değilmiş gibi hissettim. Bu bağlanma ve fazla sahiplenme triplerini bırakmam lazım, yoksa "herkesin olan" şiiri bile başkası tarafından sevilince kıskanacak kadar çok sahiplenmişim, iç dünyamın bir parçası yapmışım.

Temmuz’un ilk gününde yağmur yağdı. En sevdiğim ay da ıslak çimenlerin kokusuyla başlayıverdi böylece. Salt mutluluğun olduğu bir ay hayallerimde olan…

Hem kuşlar da cıvıl cıvıldı bugün. Pencereme biri geldi, biri gitti. Hiç yalnız hissetmedim sayelerinde. Yalnız arada fazla mı gürültü çıkarıyorlar ne? Kendi iç sesimi bastırdı sesleri çünkü de…

Temmuz’un gelmesiyle ve bugünün Cuma olmasıyla da sonuncu komite sınavımın üzerinden 3 haftanın geçivermiş olduğunu fark ettim. Yani finale son 1 hafta kaldı! Gerçi başlardaki kadar çok gerilmiyorum bu duruma, sınavın hayatımın normal akışını engellemediği sürece var olduğu gerçeğine kendimi alıştırdım galiba. Ancak aklıma takılan zamanın bu kadar çabucak geçip gidivermesi!?! Daha yeni geldim evime. Şimdi de içinde kitapların, not defterlerin filan olduğu bavulu hâlâ boşaltmamışken, İzmir’e gitmek üzere bavul hazırlama zamanı geldi. Çok ilginç.

Böyle olunca da çalışma masamın karşısında duvarda asılı post-it geldi gözümün önüne: “Time flies so fast! Tempus fugit!” Biri İngilizce, diğeri de Latince zamanın çoook hızlı akıp geçtiğine vurgu yapıyor. Ben bu zaman mevzusuna senelerdir kafa yoruyorum anlaşılan.

 zaman düşer ellerimden yere...
dinlemek için: http://fizy.com/#s/1agxa4

26 Haziran 2011 Pazar

...minik bir istek...

Beyoğlu'na gitmek, beğendiğim birkaç sergiyi gezmek sonra da Neoclassic'e gidip salata - sıcak şarap ikilisiyle sabaha kadar oturup, İstiklal'i son defaymiscasina tepeden hic gözümü kırpmadan izlemek istiyorum.

çok mu şey istiyorum?..


http://www.taksim.com/taksim-beyoglunda-mekan/neoclassic

21 Haziran 2011 Salı

.taciz.

Sıcağı sıcağına yazmalıyım bu yazıyı.

Bir kişiye kendi rızası olmadan fiziksel temasta bulunmak ne demektir? “Taciz” demektir değil mi?

İstanbul’da yaşayanlar olarak sözlü tacize alışmıştık. Ne yazık ki, sözlü tacizleri artık gündem konusu bile yapmıyorduk. Kanıksamıştık. Böyle bir tacizle karşılaşıp eve döndüğümüzde artık bahsini bile açmıyorduk, çünkü engellenemez bir durumdu ve bir noktada fiziksel boyuta geçmezse adamsendeci bir mantıkla umursamıyorduk.

Ama bugün ilk defa bu kadar net olarak fiziksel tacize maruz kaldım. Daha doğrusu olası bir fiziksel tacizi bir nebze de olsa engelledim.

Olay şöyle gelişti:

00.05 civarlarında Taksim’den Bakırköy’e gitmek üzere bir dolmuşa bindim. Arkada, sol tarafta cam kenarına oturdum. O sırada telefonla konuşurken yanıma bir adam oturdu. Sonradan şoförün söylediğine göre, o kadar boş yer varken benim yanıma oturmuş olmasından dolayı bu adamdan şüphelenmiş kendisi. Her neyse… bacaklarını olabildiğince açtı, ben de bacak bacak üstüne atıp cama doğru olabildiğince büzüldüm. Sol eli, sol bacağının üstünü ovuşturmaya başladı ve yavaş yavaş eli benim bacağıma değdi. Ben telefonla konuşurken de zaten kolu sürekli olarak benim belime değiyordu ama yolun sarsıntısı olarak yorumladığımdan onun bu hareketini ciddiye almamıştım. “Biraz rahat durur musunuz, lütfen?” diye orta yükseklikte bir tonda uyardım kendisini. Suçluluktan kaçarcasına iki elini de kaldırdı ve “Ben rahat duruyorum zaten” dedi. Cevabı dinlemeden  kafamı yine camdan dışarı çevirmiştim. İletişimi sıfıra indirmek için de kulaklıklarımı taktım, müzik dinliyordum. İneceği yere 5 dakikalık bir mesafede eli yine hareketlendi. Araya çantamı indirdim lap diye ki yüz göz olmayayım kendisiyle. Bu süre 2 dakikaya indiğinde de çantamı çektim nasılsa inecek diye ve fark ettim ki adam elini koltuğa koymuş ve gittikçe benim bacağıma yaklaştırıyor, hatta yer yer değdiriyor. İşte o zaman çıldırdım. “Rahat dursana artık ya! Sabahtan beri elin sürekli bacağımda!” dedim. O anda şoför de, “Öne oturun!” diye kendisine çıkışınca ben daha da celallenip, “O kadar boş yer var, oraya otur! Yeter!” diye bağırdım. İşte o an alyansını gösterdi, “Evliyim ben! Dizin dizime değdi diye yanlış anladın” dedi. Bunun üzerine ben de, “Yazık valla karına! Hem siz yolda her gördüğünüz kızı taciz edebileceğinizi mi sanıyorsunuz” diye bağırdım. O arada indi. Yoldan binen adam da şoför de niye onlara en başta bu durumu söylemediğimi sorguladılar. Ancak söyleseydim de bu sefer de kız cıngar çıkarıyor, yok yere olay yaratıyor konumuna düşecektim.

Ama anlamadığım biz bu kadar geri bir ülke miyiz? Ben orda pantolon ve kısa kollu, gayet kapalı kıyafetlerimle otururken nasıl böyle bir muamelemeye maruz kalırım? – ki zaten açık giyinsem de böyle bir şey yapma hakkını kimse erkeklere vermiyor- bir de anlamadığım, elini değdirerek nasıl bir tatmin duygusu yaşıyor kendisi? Bir de evli olduğunu söyleyerek kendisini haklı çıkarmaya çalışıyor.

Seçimden sonra da böyle hissetmiştim. Ben “bu” insanlara mı yardım etmek için tıp okuyorum? Çünkü meslek seçimimdeki tek etken bu idealdi: insanlığa yardım etmek, bir şekilde yoksunluklarını giderebilmek. Ama şimdi insanların aslında o kadar da değer verilesi varlıklar olduğuna inanmamaya başladım ve bu inancı kaybedersem bu kadar zor bir mesleği de icra edemem ki ben. Bir an önce umudu yeniden canlandıracak bir şeyler olmalı etrafımda ki, humanist ve insan merkezli bakışımı geri kazanabileyim. Buna her şeyden çok ihtiyacım var.


Bu olaydan sonra ilk taciz vakamı anımsadım. İçim daha da ürperdi. Arkadaşımla 5. sınıftayken, yani daha 11 yaşlarındayken Toys"R"us'a gitmiştik ve oyuncakların arasında gezinirken bir adam arkadaşımın poposunu ellemişti. Babamızdan bile büyüktü belki yaşı. İlk şoku orada yaşamıştık beraber. Daha minik çocuklarken hem de...

Bazen düşünüyorum da, "Biz büyüdük ve kirlendi dünya" felsefesi yalan mı? Yani belli ki biz daha büyümemişken de bu dünya dediğimiz yer yeterince kirliymiş, bizim masumiyetimizle kıyaslandığında...

20 Haziran 2011 Pazartesi

...sideways...

"Why are you into wine?" diye soruyor adam kadına.

Kadının cevabı o kadar güzel geliyor ki kulağa:

"The more i dranks the more i liked what it made me think about. I like to think about the life of wine. How it’s a living thing. I like to think about what was going on the year the grapes were growing. How the sun was shining. If it rained. I like to think about all the people who tended and picked the grapes. And if it’s an old wine, how many of them must be dead by now. I like how wine continues to evolve. Like, if I opened a bottle of wine today it would taste different if I’d opened it on any other day. Because a bottle of wine is actually alive. And it’s constantly evolving and gaining complexity. That is,until it peaks… and then it begins its steady, inevitable decline. And it tastes so fucking good."


Hoş bir filmdi.

19 Haziran 2011 Pazar

...çilekli limonata...

ders çalışmak için konsantre olmaya çalıştığım şu zaman diliminde en büyük destekçim: evde hazırlanmış çilek şurubu/şerbeti/kompostosu (ne olduğunu bilemediğim bu muhteşem tat) katılmış limonata!

hazır satılanlar gibi şekeri bol, limonu az da değil hem!

her içişimde suratımı buruşturuyorum.

ama çok güzel. soğuk da. mutlu olmak o kadar da zor değil aslında :)

17 Haziran 2011 Cuma

...hiçbir şey eskisi gibi değil...

sisler bulvarından geçtim bugün.
ne sırılsıklamdı.
ne ıslak kaldırımlar parıldıyordu.
ben sadece etrafıma bakıyordum.
geçmişimle yüzleşiyordum.
farklı anlamlar arıyordum.
değer kavramını sorguluyordum.

sisler bulvarından geçtim bugün.
ilk defa kendimi kötü hissetmedim.
ama çok garip hissettim, ne yalan söyleyeyim.
belki karanlık değildi, ondan.
belki yağmur yağmıyordu o ilk seferdeki gibi.
gerçi hava yine bulutluydu ama etkilenmedim.
önüme baktım, geriye değil.
derin bir nefes aldım ve ilerledim.

yine de biliyor musun orasının adını saklayacağım içimde.
başka kimse bilmeyecek sisler bulvarını.
çünkü bu şehirde ondan başka sisler bulvarı olmayacak.
bu da ufak bir sır olarak kalacak aramızda.
milyonlarcası gibi.
ta ki zamanı gelip bazı tabular yıkılana kadar...

bunu da yolda yazıverdim. şiir desem şiir değil kesinlikle, o zaman yazılan güzel şiirlerin hakkını yemiş olurum. düz yazı da değil. birbiri ardına gelen düşüncelerimi sıralayıverdim işte. "bilinç akışı" oluverdi böylece.

*şimdi ben gidicem ya uzaklara, çok uzaklara, çok uzun yıllar boyunca... dönünce herkesi farklı bulucam di mi? onun heyecanı sardı garip bir şekilde. 1 seneye yakın görüşmediğim arkadaşlarımın hayatlarındaki değişiklikleri duyunca kelebekler hopladı içimde, anılar canlandı, bir an önce gidip uzun yılları geride bırakıp onları olduklarından daha da farklı görme isteği kapladı içimi. yarın, bugünden can yakıcı olamaz bence hiçbir zaman çünkü.*