Günü gününe yazamıyor olsam da bir yerden başlamak lazım düşüncesiyle bilgisayarın başına geçtim şimdi. Mutfakta bir Portekizli, bir de İtalyan arkadaş makarna pişirmekle meşguller bize. Ben de odamdayım işte. Bugün adını bilmediğim, zaten bilsem de yazamayacağım bir yere gittik. Sivrisineklerle savaşmaktan doğal ortamın, yeşilliğin, bir noktadan sonra yağmurun başladığı güzel havanın tadını çıkaramadık. Çok eğlendik, tamam ama koskocaman sivrisinekler olmasaydı, beni de 8 yerimden ısırmasalardı çok daha şahane olurdu.
Perşembe günü - ki o gün benim hastanedeki ilk günümdü- Majdanek Konsantrasyon Kampına gittik. Eğer yanımda sürekli espriler yapan, gördüklerimizle eğlenebilmemizi sağlayan bir arkadaşım olmasaydı kesinlikle depresyona girerdim. O tahta kokusu, zamanla ekleyeceğim fotolarda görülebilen sıkış tıkış odalar, kamptakilerden toplanan saçlar, ayakkabılar, çocukların elinden zorla alınan oyuncaklar... Midem bulandı bir noktada. Hapsedilenlerin yürütüldüğü, ilk başlarda elektrikli tellerle çevrilmiş yollardan yürüdük, insanların diğerlerine ibret olsun diye asılarak idam edildiği meydanlardan geçtik. En sonunda da alta fotoğrafını koyduğum anıta vardık. Büyük çatının altında toprak yığını var ve o toprak yığınında yakılanların külleri duruyor. Üstünde de Lehçe olarak bir yazı var. "Let our fate be a warning to you"; yani, "Bizim kaderimiz sizin için bir uyarı olmalı"
Çok, çok, çok etkileyiciydi.
Gezdiğim yerlerle alakasız bir dipnot: İnternetten kopmalıyım bir ara, çünkü bazen bazı şeyleri görmek, okumak; bazı şeylerin geç de olsa farkına varmak hem can sıkıcı hem de çok üzücü olabiliyor.
Devamı gelecek...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder