31 Ocak 2011 Pazartesi

...özdemir asaf'ın anısına...

28 Ocak 1981'de hayatını kaybeden bu değerli şairin de adı geçmeli istedim bu blogta.
Dün, 27 Ocak tarihli Cumhuriyet'ten kesilmiş bir sayfayı babam paylaşmasaydı benimle belki de farkında olamayacaktım O'nu tekrar hatırlamam gerektiğinin.

Galatasaray Lisesi'nde öğrenciyken, edebiyat hocası Özdemir Asaf'a edebiyat derslerinde hiç şiir okutmaz, çünkü şair, "r" harfini "yumuşak g" olarak telaffuz etmektedir. Bunun üzerine, Lavinia'yı yazar ve bu şiirin son dörtlüğünde hiç "r" harfine rastlamayız.

Sana gitme demeyeceğim.
Üşüyorsun ceketimi al.
Günün en güzel saatleri bunlar.
Yanımda kal.

Sana gitme demeyeceğim.
Yine de sen bilirsin.
Yalanlar istiyorsan yalanlar söyleyeyim,
İncinirsin.

Sana gitme demeyeceğim,
Ama gitme, Lavinia.
Adını gizleyeceğim
Sen de bilme, Lavinia.


çok güzel değil mi?

30 Ocak 2011 Pazar

...from "A Good Year"...



"You’ll come to see that a man learns nothing from winning. The act of losing, however, can elicit great wisdom."

26 Ocak 2011 Çarşamba

...kimse farkında değilken...

11. sınıftayken bu öyküyü yazıp, edebiyat hocamla paylaştığımda çok endişelenmişti. Defalarca iyi olup olmadığımı sormuştu, farkında değildi ki ne her yazdığım yazının baş kahramanı benim, ne de her öyküde kendi hayatımı anlatıyorum. Bugün bu öyküden bahsederken arkadaşlarla, paylaşmak istedim öyküyü. O zaman değil belki ama, şimdi yuvarlanan bir taş gibi hissediyorum kendimi. Bir sağa, bir sola kendi isteğim olmadan sürükleniyorum. Kaptırmış gidiyorum işte, hafif bir istek olsa da içimde bu düşüşü durduracak, gücümün tükendiğini hissediyorum. Değirmenlere karşı savaşırdık eskiden, Don Kişot gibi. Hayallerimiz vardı. Hayallerim vardı. Şimdi bu değirmenlere karşı yitik bir savaşçı gibi hissediyorum kendimi. Birinin parmak şıklatması ve beni bu kötü gidişten döndürmesi gerek ama farkındayım, Özdemir Asaf'ın dediği gibi;
                                                                                                        
Hepsinin gelmesini bekleme;
Bir kişi gelmeyecek.

Sen alışmayasın diye,
Korkmayasın diye,
Düşünesin diye..

Kendine yetmen için..
Herkesin kendinden kaçacağı yerlerde
Sen kaçmayasın diye.

Gelenler gitmeyecekmiş gibi..
Doğumlarda ölümlerde
Duyasın diye.

Bildiğini bildirmek için
Bilmeme'yi öğrenmelisin.
Tam kalasın diye.

Hepsinin gelmesini bekleme,
Sen var olasın diye.
Bir kişi gelmeyecek,
Sen, bir olasın diye.


Kimse Farkında Olmasa da Erişti O Mutluluğa

“Yeter artık, karışmayın bana…” diye çığlıklar atıyordu kız içinden ama kimse onu duymuyordu, bir ihtimal duysalar bile umursamıyorlardı. İş çığırından çıkmıştı artık, buna bir son verilmeliydi. Bu işin böyle devam etmesi ve gün be gün onun ömrünü bir mum gibi yavaş yavaş eritip bir tahta gibi usul usul çürütmesi dayanılacak gibi değildi. Bu, öyle bir acıya dönüşmüştü ki neşter vurulmadan da hissediliyordu, sanki kanında zehir dolaşıyordu.

Sessiz çığlıklarının arasında, bir de kendi kendine, “Saçmalıklarla kaybedecek vaktim yok benim, gerçekten, istemiyorum!” diyordu. Bu sıralar, fısıldadığı haykırışlarının ve bilinçsizce akan gözyaşlarının arasında, düşünmeye vakit bulduğu o küçücük, dapdar zaman aralıklarında hep bu cümle aklından geçiyordu, “saçmalıklarla kaybedecek vaktim yok benim, istemiyorum.”

Hayat anlamsızdı. Hayat boştu. Hayat amaçsızdı. Hayat, herkes ona karıştıktan sonra artık onun hayatı değildi. Kendisine ait bir hayatı olmayınca da bu işkencenin sürmesinin; gereksiz yere günlerin birbirini kovalamasının hiçbir anlamı yoktu. Çözüm yolları çoktu aslında önünde. En iğrenç, en abuk sabuk, en akla hayale gelmez öneriler olsalar da hepsinin işe yarayacağına kesinlikle emindi.

Saçma sahteliklerle çevrili şu avuç içi kadar gerçeklerle yaşamak da dayanılmazdı. Köstebeklerin etrafta dolaştığını hissetmek ama ona zarar vermeye her çalıştıklarında, kendilerini görememek; onların sürekli kaçağı oynamaları; laf edip ulaşılmaz bir yerlere saklanmaları ve çoğunlukla da arkadaş kılığına, eş dost, aile kılığına bürünerek ona sevgi gösterilerinde bulunmaları… Hazmedemiyordu, artık gerçekten katlanamıyordu.

Onun küçüklükten beri özlem duyduğu şeyler bunlar değildi. Farklı dünya hayalleri kurmuştu bebeklerinin saçlarını tararken. Farklı insanların, farklı düşüncelerini, sıcak bir ortam da, yani şimdikinden farklı olarak paylaşmak cevabını vermişti eve gelen amcaların, teyzelerin, büyüyünce ne olmak istersin sorularına. Dünyasını, iskambil kartlarından, şekillerle renkler birbirlerine uyumlu olacak şekilde inşa etmişti, en tepesine bayrak olarak sevgisini asmıştı, her yer pamuk şekerlerle, papatyalarla kaplıydı. Pamuk şekerlerin rengi çok çabuk dönmüştü karaya, papatyaları solmuş, iskambil kartlarındaki kahramanları çabuk pes etmişlerdi, kaleyi ayakta tutmaktan bıkkın hepsi çekip gidiyorlardı işte.

O anda, ufacık bir çocuk çıktı karşısına. Minicik bedeninin aksine, gözünü kırpıvermesiyle koskocaman caddenin akışı duruvermişti. O simsiyah gözleri bir şey ifade etmek ister gibiydi. Birkaç saniyeliğine durdu kız, bakındı etrafına, ne olduğunu anlamaya çalıştı. Çocuk, kızın hayatında neler olup bittiğini öğrenmek için gelmişti. “Belki” diyordu “elimden bir şeyler gelir de yardımcı olurum sana.” Küstahlık… Kan adeta beynine sıçradı kızın. Alçaklıkta son noktaydı artık yani. “Yeter artık, karışma bana…” sözleri, tüm caddede binlerce, yüz binlerce, hatta milyonlarca kez yankılandı. Bıkkın olmasına rağmen sakin kalmayı başarabilen, yeni doğmuş bir melek edasıyla dinginliğini koruyabilen kız, artık sinirlerini kontrol etmekten bile acizdi. Saçlarını tuttu, koca bir tutamı elinde kaldı. Bu, yavaşça parçalara ayrılışının en somut kanıtıydı. Bu, korkunç sonun başlangıcı, felaket tellalcısıydı.

Attığı her adımla sonsuza daha çok yaklaştığının bilincinde yürüyordu. Adımları, onun kurtuluşunu işaret ediyorlardı. Adımları, ona yol gösteriyorlardı. Adımları sayesinde kat ettiği yollar, özgürlüğünün simgesiydi; bundan sonra kimse karışamayacaktı ona. Bundan sonra, geceler boyunca ağlamayacaktı hıçkıra hıçkıra kafasını yastığa gömüp. Bundan sonra, insanlar onun her yaptığına karışarak kendilerini tatmin edemeyeceklerdi. Bundan sonra, kendilerini çok akıllı zannedip hayatını yönlendirmeye çalışamayacaktı kimse; çünkü o, attığı her adımla, kafasında tasarladığı dünyaya doğru ilerliyordu. Çocukken sadece rüyalarında onun olabilen dünyasına kavuşacaktı birkaç adım sonra belki de.


Vücudu yalancı dünya üzerindeyken ruhu çoktan havalanmış uçuyordu uzaklara. Minik serçeler şakıyorlardı mutlu mutlu en güzel parçalarını ve pırpır kanat çırpıyorlardı onun etrafında. Yer ayaklarının altında kayarken bir buz parçası gibi, geçtiği yerlerdeki karanlıklar kayboluyordu. Tüm çiçekler, bahara uygun olarak renkleniyor, tepeden yıldızlar kayıp çiçeklerin üzerlerini pul pul, ışıl ışıl kaplıyorlardı. Denizden başlarını çıkarıp selam veriyorlardı yunuslar kıza, dostlarını gelin ederlermiş sevinci içerisinde. Çimenlerin arasında, rengârenk balonlar, üzerinde gülen yüzlerle süzülmeye başlıyorlardı göğe doğru, onlar da heyecandan yerlerinde duramıyorlardı. Önceleri, üzüntüsünden herkesi bunalıma sokan kız, sonsuza ulaşmasına ramak kala, geçtiği yerleri şenlendiriyordu. Düşmanı bellediği insanlara olan kini bile azalmıştı. İçin için havasını atıyordu onlara. Yürüyüşüyle caka satıyordu. Onlardan farklı olduğunu, özgürlüğüne kavuşacağını ve bir daha ona karışmalarının imkânsızlığını vurgularcasına atıyordu adımlarını. Azıcık sabretmesi lazımdı. Son birkaç metre…

Ve varmıştı. Onu özgürlüğüne ulaştıracak kaya ve yalıyar ve onu kim bilir hangi diyarlara; ama en sonunda hayalindeki dünyaya sürükleyecek olan engin deniz önünde boylu boyunca uzanıyordu. Paraşütle Ölüdeniz’in üzerinde süzülmekten, turistmişçesine denizin turkuaz rengiyle ve dağların her tondaki yeşiliyle kendinden geçmekten farksızdı yapacağı. Kollarını açtı kocaman. Sahte dünya üzerindeki tek gerçek olduğuna inandığı havayı son kez içine çekti ve atladı. Saçları rüzgârda, bir şal gibi havalanıyordu. Gözlerini koskocaman açmış, mutluluğa erişini kutluyordu hiç sevmediği bu dünyadan uzaklaşırken. İntiharla bitmişti bu bıçak tadındaki, keskin ve acı hayatı. Birkaç gün sonra vücudu bulunduğunda serin sularda, suratında tatlı bir gülümseme vardı. Kadavra olarak kullanılması kararlaştırılmıştı. Yaşarken kalbi parça parçaydı; öldükten sonra da vücudunun, köpeklere atılacak bir tavuk kadar değersiz bir biçimde kadavra olarak kullanılması hiçbir şey ifade etmezdi ona. En nihayetinde kavuşmuştu sonsuzluğa… Hiçbir şey umurunda değildi, ruhu özgürdü ve artık karışamayacaktı kimse ona.


24 Ocak 2011 Pazartesi

...gönülçelen...

iki arada bir derede kalmaktan nefret ederim.
insan kararlı olsun isterim, her zaman, her yerde ne istediğini bilsin.
ama olmuyor maalesef.
kalple beyin anlaşamıyor çoğu zaman, farklı yolların peşinde farklı yönlere sürüklenip gidiyorlar.
mantığın sesi bir noktada tökezliyor, işte o zaman duygular giriyor devreye.
umut veriyor.
hayallerin devamlılığını sağlıyor.
umarım dün gece içimden geçirdiğim tüm güzel şeyler gerçekleşir iki sene içinde.
umarım çok mutlu oluruz ilerde.
umarım buradan çok uzaklarda bir yerlerde...

"hayalperestsin. güzel hayaller peşinde..."

ve gülün adı: gönülçelen

22 Ocak 2011 Cumartesi

...huzur...

dün, konak pier'in yakınındaki kayalıklarda, gün batımını izlerken, hissettiğim tek şey, huzurdu.
en sevdiğim parçalar çalarken kulağımda, sarı-kızıl-içine biraz da mor katılmış beyaz bulutların, mavi tonlarından süzülüşünü izledim. martıları seyrettim. o kadar çok beni alıp götürsünler istedim ki. o renk cümbüşüyle bütünleşmek istedim. çok hafif soğuktan içim ürperirken, amaçsız birkaç adım attım; denize baktım. sularda kaybettim kendimi.

11 Ocak 2011 Salı

...tek başıma...

şu son birkaç gündür dilimde bu şarkı...
teoman'ın gönülçelen'i, hiç kimse bilmez'i, rüzgargülü, ortaçgil  ve yves montand şarkıları da dahil olsa da bu şarkılar silsilesine; bunun anlamı çok daha farklı.
çünkü tek ve tek başıma, her zamanki gibi.


DAĞLARI DELDİM
bomboştu uzun zamandır kalbim
düşlerim evim buz gibi ellerim
seni buldu karanlıkta
yalnızdım sen de yalnızdın aslında
güzel olduğu gibi olduğu yerde
ama olduğu gibi görünecek cesur adam nerdeeee
allahın cezası şu bir kaç hafta süre
alışmadan aman abi yakınlaşmadan şu mesele
Aşıksan korkuyorsan kayıp
sevip de susuyorsan ayıp yazık
daha gerçek ne var hayatta
hem ne var korkup kaçacak bunda

biter tabi istersen
yeter çeker gidersin ayrı
ama bil başarırım
sen olmasan da yaşatırım bu aşkı
dağları deldim tek başıma çölleri aştım
bir tek ben erleri yendim kız başıma
sende yıkılmam

dağları deldim tek başıma çölleri aştım
bir tek ben erleri yendim kız başıma
sende yıkılmam
Görgülü bilgili olsun zengin olsun diye hiiiç işim
olmaz
benim keyfim yerinde
magazin malı güllü dallı motorlar gibi
koca aramıyorum ki oğlum ben bu şarkılar niye
aşk için aaaaşk
bende sapına kadar var o ayrı
ama bil kesip atamam
sen olmasan da unutamam ben bu aşkı
dağları deldim tek başıma çölleri aştım
bir tek ben erleri yendim kız başıma
sende yıkılmam
dağları deldim tek başıma çölleri aştım
bir tek ben erleri yendim kız başıma
sende yıkılmam

9 Ocak 2011 Pazar

...biraz değiştim...

Biraz Değiştim

Biraz değiştim,
Her şey kadar, herkes kadar, sen kadar…
Değiştim…
Unutamadığım sözlerinin arasında sıkışıyorum,
Bir yanım kendimi kolluyor bir yanım seni
Ben benimle savaşıyorum,
Seninle değil…
Sonucu kılıcı kuşananından belli olan bir savaşın,
ne kazanabileni ne de kaybedeniyim…
Sorun değil…
Elbet Alışırım…
Biraz alıştım.
Her şey kadar, herkes kadar, sen kadar…
Alıştım!
Varlığını istemediğim tüm eksik yanları
Ve çokluğunu da, yokluğunu da istemediğim
iki arada bir derede duyguya alışıyorum…
Bir yanım bırak diyor bir yanıma
Kesin değil! Henüz tanıştık…
Her şey kadar, herkes kadar, sen kadar…
Tanıdığımı sandığım bana daha yakınım artık
Duvarlara anlatırken öğrendiklerim kendi hakkımda
Ve aynalarda ağlarken gördüklerim kendi tarafımda
Bir yanım memnun oldum diyor,
bir yanım tanıyamadım daha
Samimi değil…
Bir hayli kırıldım…
Her şey kadar, herkes kadar, sen kadar…

Canıma batan her halin felç gibi indi bedenime
Gözlerimden tut da ciğerlerime kadar kırgınım…
Aslında ne sana, ne olanlara…
Kendime kırgınım!..
Maziye hiç değil, âna kırgınım
Anlatamadığım, anlayamadığım masalların bana yaptıklarına
Dinlediğim şarkılarda bana seni anımsatan şarkıcılara
Beni anladığın kelimelerin bana her şeyi anlatıyor gibi geliyor oluşuna
Bir hayli kırgınım…
Beni ben kırdım oysa…
İyi değilim.
Galiba yoruldum…
Her şey kadar, herkes kadar, sen kadar…

Kalbime, kalbimi kanıtlamaktan
Ve kanıtladığıma kendimi inandırmaktan
Ve dahası kocaman bir sahada tek başına koşmaktan yoruldum
Aslında ne pişmanım ne de pes ediyorum!..
Sadece beni kaybettikçe seni kaybediyorum.
Şu kalp denen, beni bana sorgulatıyor artık
Ki Seni sorgulamamasını nasıl beklerim?!..
Toprağa bakan yanım senden zaten ayrı
Sana bakan yanımsa toprakla aynı
Hıh! Ne yaparsan yap, gördüğünün seni görmesini bekleyemezsin!
Gözlerim yorgun…
Dudaklarım, dudaklarım hissiz…
Dokunulmadan geçen yıllar bana ağır…
Sarılmadan geçip giden uğurlamaların, kavuşmaları hep beklentisiz
Söyleyemediklerini söylesen de şimdi
Sesine aşina yanım, onca sessizlikten sonra artık sağır!
İsteyerek değil… Çok çalıştım
Paylaştığımız hayatımızda bıraktığın onca üstü kapalı git izine
Beni yerle bir eden kendince açık olan her tepkiye
Ve bence bana tanımadığım bir adamı göstermene rağmen
Daha önce de gitmiştim…
Çok çalıştım…
Paylaştığımız hayatımızda bıraktığın onca üstü kapalı git izine
Beni yerle bir eden kendince açık olan her tepkine
Ve bende bana tanımadığım bir adamı göstermene rağmen
Gitmek için, bitmek için, sana huzur vermek için
Çok çalıştım…
Daha önce de gitmiştim…
Kendi isteğimle…
Anladım ki daha önce sevmemiştim!
Çok çalıştım inan
Değişen yanımın aslında hep aynı olduğunu göstermeye
Her defasında daha da tozlanan canımı kırmadan korumaya
Ve alışmaya kendime…
Bu göz gözü görmez dumanlı halime
Çok alışmaya çalıştım hem de…
Tanıştım seninle doğan yanımla da, ölen yanımla da
Birini yaşattım! Yaşatıyorum da hala
Ama diğerinin ölmesine engel olamıyorum da
Yorulmak, dinlenmekten geçmiyor
An be an çöküyor, insanın içindeki güç
Işığı sönüyor…
Beyaza dönüyor rengi git gide
Hissizleşiyor…
Ne yormak istedim seni,
Ne de yormak kendimi
Çok çalıştım
Gitmeye de kalmaya da…
İkisi de aynı acı, ikisi de rezil
Daha önce de gitmiştim
Ama böyle kalarak değil
Böyle kalarak değil...


Can Yücel

2 Ocak 2011 Pazar

...sırılsıklam...

27.12.2010'da yaşananlara ithafen...

            Yağmurlu bir İzmir var karşımda. Gittikçe şiddetini artırıyor rüzgâr. Damlalar sürekliliklerini koruyor, birbiri ardına düşüyorlar yere. Zor, yürümek çok zor… Converse giyecek zamanı bulmuşum tam da. Kıyafetim yağmurlu bir okul gününden çok, güneşli bir Bodrum kumsalına uygun… Hiç meteorolojiyi kontrol edemiyorum ki. Haberlerden bihaberim, hava durumundan da – gerçi dün uyardılar beni, yağmur yağacak dikkat et, dediler – bu kadar olacağını tahmin etmedim ki ama ben. Hafif hafif çiseler, azıcık üşürüm – ki buna, çok alışığım- sonra da işime gücüme bakarım, diyordum.
            Kantinin dışarısında, branda gibi bir çatı altında yağmurun dinmesini bekledikçe, o şiddetini artırıyor. İleride dağlardaki sis bulutları aşağıya iniyor. Korkuyorum. Sanki birazdan ortalıkta göz gözü görmeyecek, sanki birazdan her yer bu sis bulutlarıyla kaplanacak, kapkara olacak, yanımda duran arkadaşlarımla beraber kendimi de kaybedeceğim, bir daha hiç bulamamacasına.
            Bekliyorum, bekliyorum, bekliyorum. Telefona bakıyorum, birkaç kişiyle görüşüyorum. Saate bakıyorum. Öylesine laflıyorum, sigara dumanından öksürüyorum. Gözlerim yanıyor, kırpıştırıyorum. Saate tekrar bakıyorum, gitmem lazım. Ama yağmur yavaşlamadı bile. Mecburum, bugün notere gidip krediyle ilgili tahakkuk senedi mi neymiş onu almaya.
            Herkesle vedalaşıyorum. Çantamın fermuarlarını sıkı sıkı kapatıyorum – hep çantamın ağzı yarı açık olur ya benim, bari bu sefer açık unutup defterlerimi ıslatmak istemiyorum- Kulaklığın bir ucunu telefona, diğer kısımlarını kulağıma takıyorum. Ipod’u karıştırıp koşmaya başlıyorum. Her yer su, ayakkabılarımın rengi gittikçe koyulaşıyor – acaba böyle daha mı güzel oldular? – Bulduğum her mazgal deliğinin üstünden atlıyorum – olimpiyatlarda triathlonda yarışıyorum sanki – Yağmurla beraber, arabalar da hızlarını artırıyorlar gibi geliyor bana. Yollar bitmek bilmiyor. Kaldırımda bekliyorum, bir arabanın suyuyla baştan aşağı çamur oluyorum. Bu tecrübeyle, ışığın bir an önce kırmızıya dönmesini ve karşıdan karşıya geçmeyi beklerken, gelen her arabayla geriye doğru sıçrıyorum. Ortada sıçan oynuyor gibiyim, yeter ki daha fazla ıslanmayayım. Bildiğim tüm küfürleri sıralıyorum insanlara, bu yağmurda sanki özellikle sularını sıçratıyorlar bana.
            Tam kırmızı yanıyor ve içimden bir oh çekiyorken fark ediyorum ki, kaldırımdan aşağıya adım atmam im-kan-sız. Her yer su içinde, ana cadde sel olmuş, akıyor ve benim narin plastik ayakkabılarım bu kadar çileyi kaldıracak kadar güçlü değiller. Suların altında kaybolmak mı, yoksa yan tarafta çimenlerin üstünde çamurda boğulmak mı ikileminde, çamuru seçiyorum. Bataklıktayım sanki, bata çıka ilerliyorum. Aynı anda, ışık tekrar yeşile döndüğünden zıplamaya başlıyorum yeniden. Sulardan kaçma çabalarım devam ettikçe, daha çok batıyorum gibi. Psikolojik bir çöküş hali belki de bu, ruhsal bir dibe vuruş, sembolik bir dünyadayım.
            Tüm bunlar olurken suyun gölden birikintiye dönüştüğü bir boşluk çarpıyor gözüme. Artık yapmalıyım diyorum, ışığın rengine bakmadan, hatta kafamı arabalara bakmak için bile kaldırmadan yolun ortasında buluyorum kendimi. Ama burası bir kavşak ve her yerden araba geliyor. Biri tam bana çarpacakken zigzag çiziyorum. Bir diğerini, elimle durdurmaya çalışırken, tuzlu bir şeyler geliyor dilimin ucuna. Yağmurdan değil herhalde bunlar, yolun ortasında kalakalmışlığın çaresizliğinden iki damla akmış ağzımın kenarına. Yutkunuyorum. Ezilmeden geçmeyi başarıyorum.
            Kendi kendime verdiğim, artık çok para harcamayacağıma dair sözlerin hepsini unutup kendimi taksi durağında buluveriyorum. Oradaki abi beni hemen içeri oturtuyor. Sedirin üstünde, yağmurun üzerimde yarattığı enkazın boyutlarını görebiliyorum: rengi değişmiş bir ayakkabı, suyu sıkılabilecek kıvamda bir çorap, yanaklarıma yapışmış saçlar, şapır şapır su damlayan bir çanta. Hafif sıcak ortam iyi gelmişken, durağa bir taksi yanaşıveriyor. Hemen atlayıveriyorum ben de içine.
            İstikamet: İzmir, Balçova, 18.Noterlik Binası
Kitaplarımı ıslatmamaya çalışarak, cüzdanımı arıyorum çantamda. Sonunda ulaşıyorum, acaba ne kadar tutacak, inşallah noter kapanmamıştır, işim gücüm yok bir de böyle şeylerle mi uğraşıyorum düşünceleri ve arkadaşlarımın ne zaman geleceksin, hadi gel de yemek yiyelim içerikli telefon konuşmaları arasında varıyoruz. Ücret: 6,50 TL. Memnunum, kuru bir biçimde, otobüslerin kalabalığında uzakta, rahat bir biçimde ulaştım; dönüş yolunu düşünmeksizin.
İşlerimi hallediyorum ve o an fark ediyorum ki, dönüş çok daha zorlu olacak. Yağmur tam anlamıyla bardaktan boşanıyor. Bir ara hatta, tabirin yanlış olduğunu hissediyorum. Sanki biri tepeden kova kova su boşaltıyor. Ya da tam benim tepemden bir hortum tutmuş, hiç bırakmamacasına. İçimden, gök’le yaptığım bu kısa konuşmadan sonra, bir bayandan aldığım tarif üzerine, sola doğru yürümeye başlıyorum. Dükkânların altlarından, daha az ıslanma çabalarında ilerliyorum. Daha iyiyim derken, dükkânlar bitiyor. Koskoca bir yol önümde ve ben bu sefer de kaldırıma çıkamıyorum. Oluşmuş bu yapay göle basarsam, gece kendimi zatürreden hastanede bulacağımdan eminim. Ben de ana caddenin mümkün olduğunca kenar kısımlarından ilerliyorum hoplaya zıplaya. Sevinçten değil bu deli saçması hareketlerim; yoldan gelen ve otobandaymışçasına bir türlü yavaşlamayı öğrenemeyen minibüslerin, otobüslerin, özel arabaların fışkırttıkları çamurlu sular sakınmaya çalıştığım.
Bu sefer kulaklıkları takmayı unutuyorum. Bu kadar yağmur altında, gözüm korkuyor telefonu çıkartmaktan, hem zaten yaşamla ölüm arasındaki ince çizgide gidip geliyorum her bir araba kornasıyla, en iyisi müzik yerine kulaklarımı sonuna kadar çevreden gelebilecek olası tehlikelere açık tutmak…
O kadar şangır şungur bir yağmur ki bu iç sesim bile duyulabilir tonda değil, sadece olası öykülerin cümleleri geçiyor kafamdan. Sözcükleri art arda ekleyip, kendimce hayali mekânlara koyuyorum. Bir an önce odama varıp bir şeyler yazmak istiyorum.
Mesela, o apartmanın girişinde, kapı ağzında yere yatmakta olan kimsesiz çocuktan bahsetmek istiyorum. Onu nasıl betimlerim’i düşünüyorum. İzmir’de ilk defa böyle bir şey görüyorum. Klasik İstanbul manzarası çünkü bu... Tinerci diye tabir ettiğimiz, tren istasyonlarında, İstiklal’i çaprazlayan arka sokaklarda sıkça rastladığımız, üzerlerinde kirden simsiyah ceketimsi kıyafetler, ayaklarında deri görünümlü, orası burası yırtık pırtık ayakkabılar olan, elleri makine tamiri yapmış gibi simsiyah olan çocuklardan biri bu. Apartman sakinlerinden ikisi çıkıyor bu anlık sürede kapıya, çocuğu kovuyorlar beden dillerinden anladığım kadarıyla. Çocuk da, çekilin başımdan der gibi hafif tehditkâr, sallıyor onlara elini kolunu. Ben, bu sahneye dalmış, başım orada ilerlerken lömbürst diye bir su göletine giriyorum. Sinir krizine adım adım…
Bana bu yoldan gitmemi öneren bayana içimden teşekkürlerimi (!) iletiyorum. Sağ olsun, yol bilmeyen bana olabilecek en uzun ve en çarpık çurpuk yolu önermiş. Bir daha kimseye bir şey sormama kararı alıyorum. Ne yaparsam yapayım, sorumluluğu ben üstlenmeliyim.
Yine bu kendine kendine düşünüşler arasında karşıdan karşıya geçmemi gerektiren bir noktaya geliyorum. Arabaların sularından kaçma savaşı değişik bir boyuta ulaşıyor böylece ama bu yolun da tesellisi su birikintisinin azlığıyla doğru orantılı karşıya geçmenin kolaylığı. Yine erken konuştuğumu fark ediyorum. Karşıya geçtiğim an, çamurlu çizmelerle karşılaşıyorum. Önümde uzanan çamurlardan insanların ilerlemelerini izliyorum bir süre, bakınıyorum etrafıma. Şansıma ufak bir yer çarpıyor yine gözüme, parmak uçlarında, çamura olabildiğince az bulaşarak burayı da aşıyorum.
Otobüs durağını görebiliyorum artık. Son bir karşıdan karşıya geçiş kaldı. Ondan sonra otobüsteyim. Ama bu yol da gelirken olduğu gibi su deryası. Ama benim bu sefer umurumda değil, zaten yeterince ıslandım arabaların üstüme attıkları sulardan. Bir teyzenin yaşına başına bakmadan, cesaretlice sulara adım atması ve ıslanmasına aldırmaması beni de yüreklendiriyor. Haydi diyorum, son 100 metre, dayan!
Şapır şupur suları yara yara karşı kaldırıma ulaşıyorum. Ve sonra da otobüs durağına... Bir sürü insan, geçip duran arabalar ve günün tüm griliğine inat kıpkırmızı rengiyle, kim bilir kimin pazar filesinden yere yuvarlanmış bir elma var yolun ortasında beni karşılayan. Kendimi o an o elma kadar yalnız hissediyorum, o elma kadar çaresiz, elma kadar her an ezilebilir ve buna karşı koyamaz bir vaziyette. Ama onun kırmızılığı var bir yanda, herkesten farklılığı, bir anda ezilmeyişi, hareketsiz duruşundaki kararlık ve benim aklıma getirdiği Nazım dizeleri, “Sen elmayı seviyorsun diye elmanın da seni sevmesi şart mı?” Hayır, değil. Hayat da böyle bazen... İnsanlar da... Tanrı da... Ve yağmurlu bir İzmir günü de…
Elma umursamazlığında gelen ilk otobüse atlıyorum ben de, nereye gideceğime aldırmadan. Elbet bir yere varırım umudu ve artık ıslanmamak ümidiyle…