21 Şubat 2011 Pazartesi

...gece her şeyin üstünü örter mi gerçekten?...

Gecenin siyahına sığınıp, insanlar istedikleri her şeyi yapıyorlar sanki.
Görülmez diye, görülse de hatırlanmaz diye, hatırlanamaz diye.
Geceleri çünkü ayık olan insan pek bulunmuyor etrafta.
Nedenini geçen geceyi azıcık içip, her şeyi hatırlayan biri olarak yaşadığım zaman anladım ben de: içmeyince her şeyi çok net görüyorsun. Karanlığın aldatmacasına kendini kaptırmıyorsun ve her hareketinde bilinç faktörü rol oynuyor.
Hep rahatlığı önemseyen ben rahatsız oldum ilk defa. Bunun muhafazakarlıkla hiçbir ilgisi yok, sadece anlam yoktu insanların davranışlarında, yüzeysellik vardı, adamsendecilik, boşvermişlik... Hiçbiri bana hitap etmedi - belki de sırf o gece için bu böyleydi, bilmiyorum -
Ve makam uğruna, kendilerini kullanabilen insanlar vardı. Kimseye laf çarpıtmak değil bu, başım dönmeden her şeyi daha iyi, farklı açılardan yorumlayabilmem sadece...
Lisede belli kulüplere sırf bu yüzden girmedim. Herkes hırslıydı. Herkes tüm değerlerini daha yüksek bir pozisyon için kaybetmeye razıydı. Herkes sonuca ulaşabilmek, sözde zaferlerle egolarını tatmin edebilmek adına her şeyden vazgeçebilecek kadar "fedakardı".
Ama olması gereken bu değil ki...
Ya da benim içinde yaşamanın hayalini kurduğum dünya böyle bir yer değil!..




Simsiyah bir gecede, tüm karanlıklar parıldar bence...

...yirmiiki...

Cumartesi günü kütüphaneye gittim.
Çantamı koymam için dolap almam gerekti.
"Bana fark etmez, herhangi bir dolabın anahtarını verebilirsiniz," demem üzerine, üzerinde 22 yazan bir anahtarın bana uzatılış anı...
Uzun zamandır bir kişiye bu kadar sırıtmamışımdır herhalde.


aşk değil ama hayat tesadüfleri seviyor...

13 Şubat 2011 Pazar

500 Days of Summer

"Most days of the year are unremarkable.
They begin and they end with no lasting memory made in between. Most days have no impact on the course of a life."

"If Tom had learned anything... it was that you can't ascribe great cosmic significance to a simple earthly event. Coincidence, that's all anything ever is, nothing more than coincidence... Tom had finally learned, there are no miracles. There's no such thing as fate, nothing is meant to be. He knew, he was sure of it now."

...yani...

yazmak bir zorunluluk, duyguların dışavurumu. çok yazmak istesem de, yapamıyorum ama bu sefer. açık açık söyleyemiyorum, söylemekten korkuyorum bazı şeyleri ve bu sefer benim yerime yazılan sözcükleri bulamadım paylaşmak için.

ama yeteneğim olsa senaryo yazardım; adı da, 12 dilde aşk olurdu. mutluluklarla dolu, hayallerle dolu, umutsuz umutlarla dolu bir film çıkardı ortaya.

hayattaki anlamlara dair çok şey olurdu içinde. bir adım sonrasını düşünüp, vazgeçtiklerimiz; sevdiğimiz için, vazgeçtiklerimiz; zarar vermemek, zarar görmemek üzere vazgeçtiklerimiz olurdu içinde.

ve bugün odaya geldiğimde oda arkadaşlarımdan birinin dinlediği şarkı var kafamda çalan: Şebnem Ferah - Hoşçakal

evet, yani; hoşçakal...

hep beraber mutluluğun resmini yapmaya...

5 Şubat 2011 Cumartesi

...gitmekle gidilmiyor ki...

Bu aralar Cemal Süreya’nın yazdığı her şey bana hitap ediyor sanki. Kendimi kendi sözcüklerimle değil de Cemal Süreya’nın cümleleriyle ifade eder oldum. Her şeyi, tam da benim aklımdan geçen şekilde dökmüş satırlara. En son da şu sözüne rastladım internette dolaşırken:

“Gitmekle gidilmiyor ki… Gitmekle gitmiş olamazsın; gönlün kalır, aklın kalır, anıların kalır...”

Evet, öyle. Gitmekle kalmak arasında bir yerlerde… Keşke gittim deyince gerçekten gidilebilseydi, geriye bir kez bile, göz ucuyla bile dönüp bakılmadan ya da kaldım deyince tüm varlığıyla, benliğiyle, her şeyiyle kalabilseydi insan… Ama olmuyor maalesef.

Yahya Kemal, nasıl Ankara’nın en çok İstanbul’a dönüşlerini seviyorsa, ben de İzmir’in İstanbul’a dönüşlerini seviyorum. Hep yüzümde bir sırıtış, döneceğim günden önceki birkaç gün önce hareketlerimde bir değişim, tavırlarıma bir canlılık geliyor. Doğduğum, yaşadığım ve ne olursa olsun hayatımın büyük bölümünü geçirmek istediğim bu şehir beni çekiyor kendine. Böyle olunca geriye gitmek de çok zor oluyor. Evde hüzün bulutları kaplıyor etrafı uçağın olduğu tarihten birkaç gün önce. Annem hep sanki son kezmiş gibi yiyebileceğimden çok çok fazla yemek yapıyor. Bavul hazırlığının telaşı, İzmir’den İstanbul’a geliştekinin aksine hiç de tatlı olmuyor. Son ütüler, son katlamalar, evde bırakılacaklar, yanıma alıp almama konusunda tereddüt yaşadıklarım, yeni alınan her türlü eşyanın bavullara sığmama ihtimali…

Bu gece de odamdaki son gecem. Bu sefer ilk dönem olduğu gibi sık sık gelemeyeceğim İstanbul’a, en yakın tarih Mart sonu, o da EYP konferansı için turistik bir ziyaret gibi geliyor bana. Yemekte ablam açık açık, “Gitme” dedi, annemin gözleri doldu, babam yineledi, “Kızım, keşke yanımızda okusaydın” Ben işi şakaya vurmaya çalışsam da, kahkahalar patlatsam da içimde kalmaya dair öyle güçlü bir istek var ki… Ne İzmir’i ne de dersleri özledim, bir tek oradaki arkadaşlarım için gidiyorum galiba, yani aslında okul için zorunlu olduğumdan gidiyorum ama arkadaşlara özlem duyduğumdan gittiğim gerçeğiyle bu zorunlu halin üstüne bir kılıf geçirmeye çalışıyorum.

Oradaki hayatım kötü olduğundan değil de… İnsanın bırakıp gidesi gelmiyor işte, çünkü gitmekle gerçekten gidemiyorum ben; hayallerim kalıyor geride, beni benden daha iyi tanıyan arkadaşlarım kalıyor, ailem kalıyor, benimse elimde avucumda geçmiş anılarla avunmak, “ah keşke ben de orada olsaydım” ve “keşke siz yanımda olsaydınız, her şey ne kadar güzel olurdu”yla başlayan cümleler kalıyor. Avunma cümleleri bunlar, teselli cümleleri; çünkü ne yaparsam yapıyım yurttaki odamdan bakınca Boğaz Köprüsü’nün renklerini andırdığı için sevdiğim o ışık demeti hiçbir zaman gerçeğinin yerini tutamıyor ve deniz, Boğaz’daki kadar mavi göstermiyor benim yansımamı bana.