2 Ekim 2011 Pazar

karmakarışık


Eylül’e dair bir şeyler yazmayı çok istedim.
Melankoli demekti eylül, hüzün demekti, çıtırdayan yapraklar demekti, buz gibi su yerine sıcacık çayla içimi ısıtmaya çalışmak demekti…
Ama İzmir’de bu ay çoook sıcak geçti.
Geçen hafta denize girdim, yüzdüm. Bu senenin ilk deniz keyfini Seferihisar’da çıkardım, öyle olunca da bir türlü istediğim havaya girip bu ayın benim için neler ifade ettiğini yazamadım.

Şimdi hava soğumaya başladı. Hem de öyle yavaş yavaş da değil, güneş batar batmaz rüzgâr başlıyor, dışarı adım attığım an içeri koşup yorgan bulup sarınasım geliyor.
Bugünün Pazar olduğunu da yazdıkça fark ediyorum.
Sabahtan beri ders çalışmaya çalışmacanın arasında siyah çay, yeşil çaylarla bir gün geçirdim.
Abur cubur yiyecek/ içecek bir sürü şey aldım.
Yattım, uyudum, çok üşüdüm.
Ayaklarımı saç kurutma makinasıyla ısıttım.

Şu an üzerime kalın bir hırka aldım, bağdaş kurdum yazıyorum.
Bir kenarda aslında Aylak Adam üzerine yazmaya başladığım yazı var. Kitap bu kadar beni etkileyince lömbürst diye alelade bir şey koymak istemiyorum hakkında.
Diğer tarafta bugün sabahtan beri beş kereden fazla dinlediğim Teoman şarkısı var: Papatya.
Uzun zamandır iş, güç, ders, koşuşturmaca arasında aklıma getirmediğim bir sürü şeyin şimdi yine kafama üşüşüp beni düşüncelere sürüklemesi var.
Soğukla birleşen karanlığın, aşağıda beni bekleyen üzeri kalem, kağıt, abuk sabuk ama bir ay sonraki sınavımda kurtarıcı olacak şekillerle dolu masamın üzerimde yarattığı stres ve gerginlik, kimse okumasın diye sürekli yanımda gezdirdiğim bir mektup, ne kadar yazarsam yazayım içimdeki o eksik kalmışlık, tam anlamıyla ifade edememişlik hissinden kurtulamamam, bazı şeyleri sürekli ertelemenin üzerimde yarattığı dengesizlik, kararlarımın bir andan diğerine çabucak değişivermesi…

İçimde ne kadar çok şey birikmiş meğerse.
Bu aralar çok içime kapandığımı hissediyorum.
En çok konuştuğum kişi kendim olmaya başladım.
Aslında buna dair hiçbir sıkıntım yok ama bu son bir iki gündür yine kafama takılan birkaç şey kafamı kurcalamaya başladı ve ben bunun sorumluluğunu sonbaharın gelişine, havaların soğuyuşuna yükleyip deniz kenarında yürüyüşe çıkmak istiyorum.

Beni en iyi tanıyanların şu an benden kilometrelerce uzakta olması, telefonla/ internetle iletişim kurmanın yüz yüze konuşmanın verdiği samimiyette olmaması, şehrimi özlemem…

Bunların hepsi birikmeye başladı ama 4 Kasım’dan önce de dönmeyeceğim geri, çok kararlıyım.
Zaten dönsem geride kimler kalmış diye bakmak için çaba harcamam gerekecek ve ben de bunu yapacak güçte hissetmiyorum kendimi. Belki aslında birkaç eksik dışında herkes oradadır – aynı benim yıllıkta yazılanlar gibi, dönüp baktığımda insanları burada, yanıbaşımda buluvermek istemem gibi- ama o, “belki değillerse?” sorusu çok düşündürüyor beni.

Bu yazı nasıl başladı, nasıl bitecek?
Sadece yazmak istedim.

Bir de gitmek istediğim iki film var: Oscar’a aday adayı olan, “Bir Zamanlar Anadolu’da” ve Woody Allen’ın, “Midnight in Paris”i.

Zaman bulup gidebilmek, kendi kendime hoşça vakit geçirebilmenin tadını çıkarabilmek ümidiyle bir çay daha yapmak üzere gidiyorum bilgisayarın başından.

Tabii bir de çoraplarımı giyip, üzerime bir kat daha bir şey alıp aşağıya da inmem lazım.

Cem Adrian’dan gelsin bu ayın ilk şarkısı: Sonbahar!

dinlemek için: http://fizy.com/#s/1lqu4b

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder