Eylül’e dair bir şeyler
yazmayı çok istedim.
Melankoli demekti eylül,
hüzün demekti, çıtırdayan yapraklar demekti, buz gibi su yerine sıcacık çayla
içimi ısıtmaya çalışmak demekti…
Ama İzmir’de bu ay çoook
sıcak geçti.
Geçen hafta denize
girdim, yüzdüm. Bu senenin ilk deniz keyfini Seferihisar’da çıkardım, öyle
olunca da bir türlü istediğim havaya girip bu ayın benim için neler ifade
ettiğini yazamadım.
Şimdi hava soğumaya
başladı. Hem de öyle yavaş yavaş da değil, güneş batar batmaz rüzgâr başlıyor,
dışarı adım attığım an içeri koşup yorgan bulup sarınasım geliyor.
Bugünün Pazar olduğunu da
yazdıkça fark ediyorum.
Sabahtan beri ders
çalışmaya çalışmacanın arasında siyah çay, yeşil çaylarla bir gün geçirdim.
Abur cubur yiyecek/
içecek bir sürü şey aldım.
Yattım, uyudum, çok
üşüdüm.
Ayaklarımı saç kurutma
makinasıyla ısıttım.
Şu an üzerime kalın bir
hırka aldım, bağdaş kurdum yazıyorum.
Bir kenarda aslında Aylak
Adam üzerine yazmaya başladığım yazı var. Kitap bu kadar beni etkileyince
lömbürst diye alelade bir şey koymak istemiyorum hakkında.
Diğer tarafta bugün
sabahtan beri beş kereden fazla dinlediğim Teoman şarkısı var: Papatya.
Uzun zamandır iş, güç,
ders, koşuşturmaca arasında aklıma getirmediğim bir sürü şeyin şimdi yine
kafama üşüşüp beni düşüncelere sürüklemesi var.
Soğukla birleşen karanlığın,
aşağıda beni bekleyen üzeri kalem, kağıt, abuk sabuk ama bir ay sonraki
sınavımda kurtarıcı olacak şekillerle dolu masamın üzerimde yarattığı stres ve
gerginlik, kimse okumasın diye sürekli yanımda gezdirdiğim bir mektup, ne kadar
yazarsam yazayım içimdeki o eksik kalmışlık, tam anlamıyla ifade edememişlik
hissinden kurtulamamam, bazı şeyleri sürekli ertelemenin üzerimde yarattığı
dengesizlik, kararlarımın bir andan diğerine çabucak değişivermesi…
İçimde ne kadar çok şey
birikmiş meğerse.
Bu aralar çok içime
kapandığımı hissediyorum.
En çok konuştuğum kişi
kendim olmaya başladım.
Aslında buna dair hiçbir
sıkıntım yok ama bu son bir iki gündür yine kafama takılan birkaç şey kafamı
kurcalamaya başladı ve ben bunun sorumluluğunu sonbaharın gelişine, havaların
soğuyuşuna yükleyip deniz kenarında yürüyüşe çıkmak istiyorum.
Beni en iyi tanıyanların
şu an benden kilometrelerce uzakta olması, telefonla/ internetle iletişim
kurmanın yüz yüze konuşmanın verdiği samimiyette olmaması, şehrimi özlemem…
Bunların hepsi birikmeye
başladı ama 4 Kasım’dan önce de dönmeyeceğim geri, çok kararlıyım.
Zaten dönsem geride
kimler kalmış diye bakmak için çaba harcamam gerekecek ve ben de bunu yapacak
güçte hissetmiyorum kendimi. Belki aslında birkaç eksik dışında herkes oradadır – aynı benim yıllıkta yazılanlar gibi, dönüp baktığımda insanları burada,
yanıbaşımda buluvermek istemem gibi- ama o, “belki değillerse?” sorusu çok
düşündürüyor beni.
Bu yazı nasıl başladı,
nasıl bitecek?
Sadece yazmak istedim.
Bir de gitmek istediğim
iki film var: Oscar’a aday adayı olan, “Bir Zamanlar Anadolu’da” ve Woody Allen’ın,
“Midnight in Paris”i.
Zaman bulup gidebilmek,
kendi kendime hoşça vakit geçirebilmenin tadını çıkarabilmek ümidiyle bir çay
daha yapmak üzere gidiyorum bilgisayarın başından.
Tabii bir de çoraplarımı
giyip, üzerime bir kat daha bir şey alıp aşağıya da inmem lazım.
Cem Adrian’dan gelsin bu
ayın ilk şarkısı: Sonbahar!
dinlemek için: http://fizy.com/#s/1lqu4b
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder