27 Nisan 2011 Çarşamba

...mavi...

Mavi
üstünde yağmurdan başka hiçbir şey yoktu
anlam olmak için yeterince çıplaktın
şiirin nasıl bir şey olması gerektiğini
hatırlatıyordu gözlerin, sana böyle inandım:
ben inanmak için şiir yazıyorum, gözlerin
cihangir'i hatırlatıyordu, hayal içinde fakir
üsküdar'dan o rüyaya baktım: maviydin

bir özletip bir geri çekiyordun denizlerini!
usul usul inandım güzelliğin hatırına yağan
yağmurun üstümüzde hakkı vardır, inandım

uzak bir mavi kızın gözlerindeki bulut
burada içimize yağacaktır, inandım, mavi
bir yağmurluğun da olsa şiirden ıslanırdın!
gövdene de böyle inandım, duruydu, şiirin
nasıl bir şey olması gerektiğini hatırlatıyordu:
öyle çıplaktın ki içinde şiirden başka
hiçbir şey yoktu, gövden neyi hatırlatıyorsa
ona inanıyorum, beni hatırlamasa da, biliyorum
bazı uzaklıkların hiç mektup beklemediğini...

bazı şiirler de bekleyemiyor yağmurun dinmesini!

Haydar Ergülen

Renklerden bahsettik dün bir arkadaşımla. Gün batımının o kızıl-sarı-morumsu rengi onun için ayrılığın ve vedanın en saf rengiymiş. Benim içinse, anıların, anılara duyduğum özlemin, ağlamanın rengi. Gri'ymiş onun için ağlamanın rengi. Bense gri deyince depresyonu, can sıkıntısını getiriyorum aklıma. Bu mavi de duruluğu simgeliyor şimdi bana. Şiiri de çok sevdim. Saflığın, samimiyetin, hafif bir tebessümle hatırlamanın rengi gibi geldi mavi. Ve şiirdeki vurgu: inandım. İnandığımız, inandırıldığımız o kadar çok şey var ki... İnanmak güvenebilmeyi gerektiriyor ve güven bir kere sarsıldı mı geri getirmesi çoook uzun süreç ve emek istiyor. İnsanın da her zaman bunun için gücü yeter mi, bilemiyorum.

Mektup da çok güzel çağrışımlar yaptı bende. Bavul hazırlıyor olmasam, 1 saat içinde evden çıkıp havalimanına gidecek olmasam, cevap beklemediğim uzun yıllar sonrası için kendime, aileme, arkadaşlarıma mektuplar yazardım - ki en kısa sürede bunu yapacağım- Merak ediyorum, 10 yıl sonraki ben şimdiki ben'in yazdıklarını okuyunca ne düşünecek.

22 Nisan 2011 Cuma

...iki hafta içinde iki opera izlemek ve...

Ölüme birkaç adım kala, yalvarırcasına bir sesle Desmenando, Othello’ya sordu: “Seni sevdiğim için mi öldürüyorsun beni?” Çok etkiledi beni bu sözcükler. Sevgi kadar güçlü ve hayatta en değer verdiğim duygulardan biri acı çektirmemeli bence insana. Sevdiği için cezalandırılmamalı kimse. Çok sevdiği için, kendi hayatını yaşamaktan bir şekilde mahrum bırakılmamalı. Eğer bu sevgi yürekten kopup geliyorsa, derinden bir fırtına gibi coşup kasırga gibi su yüzüne çıkıyorsa, azıcık değer verilmeyi hak ediyordur herhalde. Sevdiği, çok sevdiği için, birine sebepsiz yere, hiç aklında yokken hem de bağlanıverdiği için, bilinçsizce ve amaçsızca o kişiyi düşünüp duruverdiği için hiç kimse canlı canlı ölüme terk edilmemeli.
            Çok acınasıydı o sahne. Kadın, adama yalvarıyordu. Ayaklarına kapanıp ağlıyordu. Adamsa, sebepsiz bir kıskançlık kriziyle kavrulurken, içi aşkla dolu olduğu halde aşkını kafasında çarmıha germişti bile. Geriye kalan tek şey, çarmıha gerileni suçlayıcı bakışlarla süzmek ve sonrasında infazı yerine getirmekti. Ama yine de Desmenando’nun o bakışları ve sadece sevdiği, çok ama çok, safça sevdiği, sadık kaldığı, ondan başkasını düşünmediği halde ölüme yollanışı bana yine adalet kavramını sorgulatıyor. Dünya, operalarda bile bu kadar gerçekçi resmedilmişken “sevgi” diye bir şey gerçekten var mı? Birine bağlanmakla aslında insan kendisine mi kötülük ediyor? Sevilen biri ille de çekip giderek geride kalanı kendi vicdanında niye cezalandırıyor? Sonuçta, daha geçen hafta Carmen Operası’nı da izlemiş biri olarak şunu söylemeden de edemeyeceğim: Aşk bir Çingene çocuğudur, yasa masa tanımaz. Öyleyse, oradan oraya yurtsuzluk içerisinde savrulup dururken, bazen bile bile kendimizi ateşe atmaktır aşk. Belki de hiçbir zaman tam olamadığımızdan sürekli olarak eksik kalan parçayı tamamlamaya çalışmak, bir şekilde başkalarının hayatlarına ortak olarak boşlukları doldurmaya çabalamaktır, acı verse de, çok üzse de, bir noktadan sonra iyileşmesi imkansız yanıklar bıraksa da insanın teninde, bedeninde…

13 Nisan 2011 Çarşamba

...göğe bakma durağı...

Bu şiiri okumayalı uzun zaman olmuştu.
İyi ki bu gece rastladım, iyi geldi.
...çünkü, hayal kurmak -bazen mutsuz etse de - çok güzel bişi...

İkimiz birden sevinebiliriz göğe bakalım
Şu kaçamak ışıklardan şu şeker kamışlarından
Bebe dişlerinden güneşlerden yaban otlarından
Durmadan harcadığım şu gözlerimi al kurtar
Şu aranıp duran korkak ellerimi tut
Bu evleri atla bu evleri de bunları da
Göğe bakalım

Falanca durağa şimdi geliriz göğe bakalım
İnecek var deriz otobüs durur ineriz
Bu karanlık böyle iyi afferin Tanrıya
Herkes uyusun iyi oluyor hoşlanıyorum
Hırsızlar polisler açlar toklar uyusun
Herkes uyusun bir seni uyutmam bir de ben uyumam
Herkes yokken biz oluruz biz uyumayalım
Nasıl olsa sarhoşuz nasıl olsa öpüşürüz sokaklarda
Beni bırak göğe bakalım

Senin bu ellerinde ne var bilmiyorum göğe bakalım
Tuttukça güçleniyorum kalabalık oluyorum
Bu senin eski zaman gözlerin yalnız gibi ağaçlar gibi
Sularım ısınsın diye bakıyorum ısınıyor
Seni aldım bu sunturlu yere getirdim
Sayısız penceren vardı bir bir kapattım
Bana dönesin diye bir bir kapattım
Şimdi otobüs gelir biner gideriz
Dönmeyeceğimiz bir yer beğen başka türlüsü güç
Bir ellerin bir ellerim yeter belliyelim yetsin
Seni aldım bana ayırdım durma kendini hatırlat
Durma kendini hatırlat
Durma göğe bakalım

Turgut Uyar

11 Nisan 2011 Pazartesi

...telefon...

15 Şubat 2011

Eline telefonu alıyor. Seçeneklerden “kişiler”i seçiyor, tıklatıyor ve arama yapılmadan hemen tekrar kapatıyor. Telefonu alıyor. Seçeneklerden “kişiler”i seçiyor, tıklatıyor ve arama yapılmadan hemen kapatıyor. Telefonu alıyor. “Kişiler”i seçiyor, tıklatıyor ve arama yapılmadan kapatıyor. Alıyor. Seçiyor. Tıklatıyor. Kapatıyor…
            Biliyor ki, yok artık, gitti. Bir otobüs geldi, önlerinde durdu. “Kal, gitme” diyemedi. O’nu durdurabilecekken hiçbir şey yapmadı, yapamadı. Hafif bir el kaldırışı, manasız, içi acıyla dolu bir gülümseme, çevresinde kalabalıklar uğurlayabildi sadece. Bitti. Gitti. Bu sefer gerçekten hem de. Bitti. Gitti.
            İyice şizofreniye bağladı. Sürekli tekrarlıyor, tekrarlıyor, tekrarlıyor. Yerine oturmayan bir şeyler var kafasında. Uyuşmazlıklar… Nasıl olur ki?’ler…
            Geri getirmek istiyor. İstedikçe daha büyük bir çıkmaza giriyor. Kalbi sıkışıyor. Nefes alamıyor, tıkanıp kalıyor. Gözleri dalıyor. Belki azıcık aşk kırıntısı vardır diye yokluyor ceplerini, elleri havayla doluyor. Gözleri nemlendikçe, kuruyor; kurudukça bilinçsizce onları tekrar nemlendiriyor. Ne mendile, ne başkalarına ihtiyaç duyuyor. Kendisini bile yanında istemezken, etrafındakileri buğulu bir camın arkasında onaylamaz bakışlarla süzüyor. Onaylıyor kimi zamanlar. Fikirlerini destekliyor ama duygularını değil. Buralardan gitmek istiyor, geriye bakmamak… Yeni bir hayat kurmak var aklında. Sınırları zorlamak değil de, artık bir zahmet aşıvermek. Ötesine uzanmak, hayalleriyle arasındaki her şeyi yok etmek.
            Yine telefon elinde. Bir uçak moduna alıyor. Bir tamamen kapatıyor. Sonra açıyor. Tekrar uçak modu, tekrar kapatma. Klişeleşmiş bu döngüden bir türlü kurtulamıyor.
            Her şey yok edilebiliyor da, insan kafasının içinden geçenleri engelleyemiyor. Bir türlü durduramıyor, susturamıyor iç sesini. Zorluyor, zorluyor ama başaramıyor. Sil baştan başlamak istiyor ama sonra onu da istemediğini fark ediyor. Unutması gerekiyor, biliyor ama unutmak HİÇ istemiyor. Güzeldi. Ama bitti. Gitti.
            Bu sefer telefona yine bir bakış atıyor, atıyor, atıyor…




...blogspot geri dön-müş...

Biraz önce şiir okuduğum sayfanın blogspot'taki bir yazara ait olduğunu fark ettim.
Bu da demek oluyor ki, blogspot geri dön-müş.
Ne zamandır beri yasal olarak site kullanılabilir durumda bilmiyorum ama çok mutluyum.
Hazır sınavlar geçmişken, önümde güzel hayallerle süslü günler beni beklerken, rahat rahat yazabileceğim.

hep küçücük şeyler...

*Olleeey!..*