30 Ağustos 2011 Salı

i wanna hold your hand.

Prag'ta son günümde güneş yüzünü hiç göstermedi.
Sabah kaldığım evden çıkarken, dışarısı çok soğuktu.
Sonra da bir yağmur başladı.
Ve yağmur bir daha hiiiiç durmadı zaten.
Elimde şemsiyem, Charles Bridge üzerinde yürürken rastladım bunu satın aldığım yere.
John Lennon duvarı üzerine çizilen ama zamanla yok olmuş bu dizeler ve onlara eşlik eden kız ve erkek çocuk figürleri.
Benim olması gereken bir fotoğraftı.
Param da çok azdı.
Bu gel-gitler arasında adamla pazarlığa başladım.
Baktı benim param büyük resmi almaya yetmicek, o da bana büyük bir kutudan bu küçük ama benim için hâlâ sempatik olan kartpostalı bulup çıkardı.
75 Çek kronundan fiyatı 55'e düşürmesiyle de koskocaman bir gülümsemeyi ve Çekçe teşekkür edilmeyi hak etmişti.

Ve bir şey daha...
Ne zaman bu şarkı sözlerini duysam, şarkıyı dinlesem, Can Yücel'in bu dizeleri geliyor aklıma tamamen serbest çağrışımla: "Sen gittikten sonra yalnız kalacağım./ Yalnız kalmaktan korkmuyorum da/ ya, canım ellerini tutmak isterse..."

dinlemek için: http://fizy.com/#s/16slu1

aradığım yeri buldum.






Polonya'daki üçüncü haftasonumda Krakow'a gitmeye karar verdik Lublin değişim grubu olarak. 
Kalacağımız yurtla görüştük, tren biletimizi aldık, sabahın 5'inde uyanıp yola çıkmayı başardık nasıl olduysa.
Cuma günü öğlen gibi vardık. Yurdumuza yerleşip, sonrasında şehir merkezine inip yemeğimizi yedikten sonra şehri keşfetme vakti gelmişti artık. 
Bu sefer toplu gezmek gelmiyordu içimden.
İnsanları çok sevmeme rağmen nedense şehirleri yalnız başıma veya en fazla üç kişiyle keşfetmek hoşuma gider benim. 
Böylece daha özgürce atabilirim adımlarımı. 
Elimdeki haritaya bakmadan içimden geçtiği sokaklara sapıp aralarda kaybolabilirim. 
Şehirlerin ruhuna böyle elleyebildiğime inanırım çünkü ben. 
Şehirlerin kokusunu böyle daha iyi içime çekebilirim, yerliler gibi hiç acelem yokmuşçasına yavaş yavaş adımladığımda sokakları kendimi onlar gibi hissedebilirim. 

Aynen benim gibi düşünen bir arkadaşımla, diğerlerini beklemeden yemeğimizi yer yemez yola çıktık. İlk birkaç dakika haritaya göre belirledik rotamızı, sonraysa zaten belli bir yuvarlağın etrafına yerleşmiş olan Krakow'un Old Town'unda kaybolabilmenin çok zor olduğu gerçeğiyle haritaları çantalara atıp konuşa konuşa, arada fotoğraf çeke çeke istediğimiz sokaklara saptık. 
Keyifli yollardan geçtik. 
Canımız istediğinde en gereksiz yerlerde zaman geçirdik. 
Benim fotoğrafım çekilirken fotoğrafa dahil olan çocukla ara sokakların birinde tekrar karşılaştık; ben konuşmaya utandım, arkadaşım tekrar fotoğraf çektirsek mi diye sordu. 
İşte o ara bir yere rast geldik. 

Hafif loş ışıklar, 
kahverenginin her tonuyla sarıp sarmalanmış bir iç düzen,
kahve kokusu, 
terk edilmişlik izlenimi verircesine insandan arınmış bir mekan. 

Saat 18.30 filandı ve bizim, grubun geri kalanıyla saat 19.00'da buluşmamız gerekiyordu. Bunu umursamadan adım attık içeriye. Tüm bu dış görünüşe eklenen bir eski kitap ve tahta kokusuyla sarıp sarmalandık. 

Hayatta en çok sevdiğim şeyler bir ortamda birbirlerini bulmuş gibilerdi.
2 tane masa vardı. 
Bar gibi minik bir yer vardı içeri gelenleri karşılayan. 
İçeride başka bir odada daha çok kitabın bulunduğunu gösteren işaretler vardı birkaç yerde. 
Ve işte biz orada oturduk.
Kahvelerimizi yudumlarken bir yandan da konuştuk.
Birbirimize çekincelerimizi anlattık.
2 haftadan uzun bir süre beraber aynı ortamda bulunduğum insanı ben bu ortamda daha yakından tanıdım.

Etrafı kokladım. 
Kitaplara elledim. 
Eskinin yaşanmışlığının izlerini her bir sayfada, her bir satırın üzerinde ellerimi gezdirirken iliklerime kadar hissettim. 
Dışarı çıktığımda sadece gülümsüyordum. 
Gerçek mutluluk bu yerdeydi sanki. 
Çok insanın keşfedemediği bir gizemdi adeta. 
küçük şeylerde gizli en büyük mutluluklar...

yolunuz Krakow'a düşerse diye bu da kitabevi & cafe'nin adı
Massolit Books & Café
www.massolit.com

26 Ağustos 2011 Cuma

uzun yağmurlardan sonra...

Ilık bir Prag gecesinden yazıyorum.
Huzur dolu, bir aylık çılgınlığın, yorgunluğun, acelenin, hızlı temponun aksine yavaşlığın, monotonluğun, birazcık da yaşlılığın yüzümü gülümsettiği bir Prag gecesinden yazıyorum.
İstanbul'a dönmeme sayılı saatlerin kaldığı bu gece, bir aydan sonra ilk defa oturabildim. İçime bakabildim. Kendimle birkaç kelime konuşabildim. Almanca/Çekce süren konuşmalara İngilizce'yle dahil oluverdim. Galiba bu iki hayatın böyle birbirine karışmadan, birbirine müdahale etmeden yanyana devam edebilmesi fikrini çok sevdim.

Bir evin balkonundayım.
Etraf karanlık. Binayı sarmaşıklar kuşatmış. Tek bir cam ve tek bir kapı var sadece.
Tahta bir veranda. Tahta sandalyeler. Tahta bir masa.
Yarısı dolu bir şarap şişesi.
Üzerinden birkaç yudum alınmış şarap kadehleri.
Karanlığı hafifçe dolaşan mumların ışığı, yukarı baktıkça size göz kırpan yıldızlar.
Prag'ın ışıkları.
Şehrin gürültüsünden uzakta tertemiz bir hava.

Evet, gece olduğunda tüm şehirler çok daha güzel, çok daha alımlı, çok daha çekici geliyor bana.

Ve evet, hayat üzerinde uzuun uzuun düşünüp, kendimizi paralarcasına kafa yoracak kadar karmaşık değil.
Bir yerde durmak, hayatın basitliğinde sürüklenmek, Nazım Hikmet'in dediği gibi yaşamayı ciddiye almak lazım.

"Yani bütün işin gücün yaşamak olacak..."

10 Ağustos 2011 Çarşamba

belki de...

nedense bugün depresif bir şeyler yazasım var. zaten hep öyle oluyor, canım hiç nedensizce sıkıldığında hemen bir şeyler yazma isteği duyuyorum. eskiden günü gününe, mutlu mutsuz her anımı anlatmak isterdim not defterime. uykusuz kalma pahasına kalemi elimden bırakmazdım, üstümde kalem - defter uyuyakalırdım; ya da defteri bana en yakın yere koyuverirdim: yastığımın altına.
ama artık, neden bilmiyorum, sadece üzüldüğümde, ağlayasım geldiğinde, kendi içime kapanıp yalnız kalmayı tercih ettiğimde aklıma geliyor defterim. gördüğüm önemli yerleri not etme düşüncesiyle tarih atıp yazmaya başladığımdaysa bir şekilde kafam dağılıyor, yazmaya devam etmeye üşeniyorum.
ama bu isteksizlik, onu sevmediğim anlamına gelmiyor. sadece kafam karışık ve kendi iç dünyamda huzuru bulmaya, bir süredir korumaya çalıştığım barışçıl iç dünyamı genişletmeye ihtiyacım var o kadar.

bunları neden yazdığımı bilmiyorum. canım şu an her gün, her yerde çalan şarkılarla mutfakta dans eden insan topluluğuna katılmak, çok eğleniyormuş gibi kahkahalar atmak, ileri geri birkaç adım atıp dans edermiş gibi görünmek istemiyor o kadar.

ve bu arada, albert camus'nun düşüş'ünü sonunda bitirdim. yolculuk için doğru bir seçim olmasa da, kitaptan altını çizdiğim cümlelerle daha detaylı bir şeyler yazıcam hakkında. bu aralar en sevdiğim şey herhalde kitap cümlelerinde kendimi bulmak. ben yazmaya üşenirken, geçmiş zaman dilimlerinde birileri benim yerime beni çok güzel ifade eden sözcükleri yanyana getirmişler zaten.

6 Ağustos 2011 Cumartesi

summer exchange

Günü gününe yazamıyor olsam da bir yerden başlamak lazım düşüncesiyle bilgisayarın başına geçtim şimdi.  Mutfakta bir Portekizli, bir de İtalyan arkadaş makarna pişirmekle meşguller bize. Ben de odamdayım işte. Bugün adını bilmediğim, zaten bilsem de yazamayacağım bir yere gittik. Sivrisineklerle savaşmaktan doğal ortamın, yeşilliğin, bir noktadan sonra yağmurun başladığı güzel havanın tadını çıkaramadık. Çok eğlendik, tamam ama koskocaman sivrisinekler olmasaydı, beni de 8 yerimden ısırmasalardı çok daha şahane olurdu.
Perşembe günü - ki o gün benim hastanedeki ilk günümdü- Majdanek Konsantrasyon Kampına gittik. Eğer yanımda sürekli espriler yapan, gördüklerimizle eğlenebilmemizi sağlayan bir arkadaşım olmasaydı kesinlikle depresyona girerdim. O tahta kokusu, zamanla ekleyeceğim fotolarda görülebilen sıkış tıkış odalar, kamptakilerden toplanan saçlar, ayakkabılar, çocukların elinden zorla alınan oyuncaklar... Midem bulandı bir noktada. Hapsedilenlerin yürütüldüğü, ilk başlarda elektrikli tellerle çevrilmiş yollardan yürüdük, insanların diğerlerine ibret olsun diye asılarak idam edildiği meydanlardan geçtik. En sonunda da alta fotoğrafını koyduğum anıta vardık. Büyük çatının altında toprak yığını var ve o toprak yığınında yakılanların külleri duruyor. Üstünde de Lehçe olarak bir yazı var. "Let our fate be a warning to you"; yani, "Bizim kaderimiz sizin için bir uyarı olmalı" 
Çok, çok, çok etkileyiciydi.


Gezdiğim yerlerle alakasız bir dipnot: İnternetten kopmalıyım bir ara, çünkü bazen bazı şeyleri görmek, okumak; bazı şeylerin geç de olsa farkına varmak hem can sıkıcı hem de çok üzücü olabiliyor.

Devamı gelecek...

2 Ağustos 2011 Salı

işte yine gidiyorum.


gitmek teması o kadar çok yer etti ki bu blog'ta.
baktıkça ben bile diyorum kendi kendime, 'sürekli gitmekten bahsetmişsin ama bir türlü gidememişsin arkadaş!' diye. ama 'ben ne gidebildim, ne de kalabildim' demiştim zamanında; onu da çok net hatırlıyorum.
iki arada bir derede, kararsızlıklar, dengeyi bulma çabaları, insan ilişkilerindeki bocalamalar, kendi dünyamda düze çıkma uğraşları arasında sürdürürken yaşamımı, yarın için bir kez daha, "işte gidiyorum!" diyorum. polonya'da tıp stajı yapmaya gidiyorum. ilk defa okuduğum okula, ileride içinde yer alacağım dünyaya dair bir şeyler yapacağım için mutluyum. umutluyum da aynı zamanda. istanbul'un sıcağı, yaşadıklarımın dereceyi hiç de azımsanmayacak bir biçimde artırmasıyla çekilmez olmaya başlamıştı çünkü.
bavulumun bir kısmı hazır, içine düzgünce yerleştirilerek koyulmayı bekleyen eşyalar da dağınık bir şekilde de olsa gözümün önünde, odamda duruyorlar.
bu yazıyı yazdığım yatağımın üstünde, hemen yanımda okumak için alacağım kitaplar var: nietzsche ağladığında, aylak adam, kafka on the shore. körlük, anayurt oteli, the pearl de bana mahzun mahzun bakıyorlar, çünkü ilk başta kafamdan onları almak geçiyordu yanıma polonya'ya giderken.
kıyafetler dışında takılarım masanın üstünde, sırt çantam yerde kilimin üstünde hazırlanmayı bekliyor.
ve bu attığım adımla artık geriye dönüp bakmayı reddediyorum. öncelerde sözlerimi geri almak istediğim anlar olmuştu ama artık değil. kafamda şimdiden gelecek aylara -gelecek seneye (senelere), gelecek yaza- dair kurguladığım planlar var. işlerimi daha da ertelemeden hallettikçe duyduğum hazzın paha biçilemez olduğu gerçeğini hatırlatıp duruyorum kendime.
kafamda iki şarkı vardı birbiri içine geçmiş bu yazıyı yazarken: kazım koyuncu'nun "işte gidiyorum"u ve sezen aksu'nun "gidiyorum"u. aslında ilkine sadece çok az bir kısım ekledim ikincisinden, birazdan gittiğim yerlerde bana eşlik etmeye daha bu yaz başlamış not defterime de yazacağım şu kısım: bir kendim, bir ben gidiyorum.
ve 'zaman, sadece birazcık zaman..."





İşte gidiyorum
Bir şey demeden
Arkamı dönmeden
Şikayet etmeden
Hiçbir şey almadan
Bir şey vermeden
Yol ayrılmış, görmeden gidiyorum
Ne küslük var ne pişmanlık kalbimde
Yürüyorum sanki senin yanında
Sesin uzaklaşır her bir adımda
Ayak izim kalmadan gidiyorum
Gerdiğin tel kalbimde kırılmadı
Gönülkuşu şarkıdan yorulmadı
Bana kimse sen gibi sarılmadı
Işığımız sönmeden gidiyorum





dinlemek için: http://fizy.com/#q/işte+gidiyorum

1 Ağustos 2011 Pazartesi

kitap okuma zamanı

2 ay kadar önce kayıt yaptırdığım www.goodreads.com'a tekrar dönme kararı aldım.
Şifremi, kullanıcı adımı, kullandığım mail adresi gibi kombinasyonları bir türlü birbirine uyduramayınca da tekrardan kayıt oldum. O yüzden eklediğim kitaplar çok da fazla değil ama daha çok vakit ayırıcam bu siteye.
Güzel bir paylaşım, kitap okumayı sevenler için...
Okuma zevklerimizin benzediği insanlarla fikir alışverişinde bulunabilmek dileğiyle...