31 Aralık 2010 Cuma

...iyi seneler...

30 Aralık 2010 - İzmir Adnan Menderes Havalimanı, 6 no'lu bekleme kapısı önündeki oturulacak yerler

Kaldığım bloğun güvenlik görevlisine, yurdun en dış güvenlik kulübesindeki abiye önce bir günaydın, sonra iyi seneler dedim. Şaşırdılar, sırıttılar.

PDÖ sınıfımdan çıkarken, hocaya, “Seneye görüşürüz.” esprisi(!) yaptım. Bir an durdu, yarın ayın 31’i olduğunu ve ertesi günün de 2011’in başlayacağını fark etti. Gülümsedi.

Bavulumu koyacak bir yer arıyorken, okulun kantinindeki Vatan Fotokopi geldi aklıma. Saat 15.00’e kadar bavulum orada durdu. Alırken, Vatan’a, “İyi seneler,” dedim. O da, “Mutlu yıllar,” diyerek karşılık verdi.

Biniş kartımı veren THY görevlisi kıza, bilet kesimimi yapan çocuğa, en son güvenlik kontrolünde kimlikteki isimle biletteki ismin uyuşup uyuşmadığına bakan abiye gülümsedim ve günün cümlesini söyledim: “İyi Seneler!” Önce şaşırdılar bir an için, sonra gülümsediler onlar da. “Sana da,” dediler bana.

Evet, çok mutluyum. Nedensiz bir mutluluk, daha da ötesi bir huzur hali yaşadığım; dinginlik, anlık hırslardan ve sorunlardan uzakta kuş gibi hafiflemişlik hissi…

Birazdan uçağa bineceğim, hosteslere de iyi seneler dileyeceğim, yanımda oturanlara da. İyi bir şey bu galiba yaptığım, çünkü beni iyi hissettiriyor. Fazıl Say’ın dediği gibi, İnsanların içindeki “iyi”yi görmeye çalışıyorum ve bu çabaların sonucunda da, içimdeki “iyi”yle sarıp sarmalanıyorum.

Evet, hayat yaşanılası…

İyi Seneler…

28 Aralık 2010 Salı

...en iyisi...

bazen bir şeyleri birilerine söylememek en iyisi belki de...

dertler paylaşıldıkça azalır diyenler, çok doğru değil sanki bu.

içeride bir şeyler sıkışıp kalıyor işte, ne yapacaksın?

22 Aralık 2010 Çarşamba

...neyse...

kovalamayın beni yatağa
hiç uykum yok, demiş şair.
benimse çok uykum var.
yatmak istemiyorum ama.
anlamsızca uykusuz kalmak istiyorum.
sebepsizce.
yine kafam bir şeylere takıldı.
stres sivilce patlaması yarattı.
aynaya da bakmıyorum artık.
ne oluyor, ne bitiyor hayatımda anlam veremiyorum.
veresim de gelmiyor.
vermek de istemiyorum belki, bilmiyorum.
öyle saçmasapanım yine.
neyse.

18 Aralık 2010 Cumartesi

...doğru...

15 Aralık 2010

çikolata mutlu ediyormuş.
doğru.
(ama kısa süreliğine)
(o zaman neymiş, sürekli çikolata yemeliymişim)
denizin üstünde bir sürü rengi bir arada görmek de mutlu ediyormuş.
doğru.
ben gördüm pazartesi günü.
hem de 2 tane, hem de hiç karın yağmadığı iddia edilen izmir'de, hem de deniz seviyesinde.
deniz kenarında yürüdüm sonra.
gözlerimi kapattım.
denizi dinledim.
gözlerimi açtım.
gökkuşağının üstünden kaydım.
tüm renklerine teker teker dokundum.
çok yumuşakmış, ve bu yumuşaklık insanı mutlu ediyormuş.
doğru.
sonra odama çıktım mesela.
taa 4. kata hem de, bir sürü fotoğraf çektim.
bir de sağda, solda dağların tepelerinde kar varken, güneş ışığından gözlerini açamamak da insanı mutlu ediyormuş.
doğru.
insan isteyince her şeyden mutlu olabiliyormuş.
bence de, çok doğru.
hımm, bir de hüngür hüngür ağlarken, gözyaşlarının yüzde kuruması da farklı bir güzellikmiş.
son birkaç günde ne de çok "güzel" dokunup geçmiş meğerse benim hayatıma böyle :)

...saat: 03.00...

16 Aralık 2010 Perşembe
Saat 03.10

Simsiyah bir gece… Hafif aralanmış perdemden sadece sokak lambalarının ışığı görülüyor. Sessiz. Odadaki herkes uyuyor, bir tek ben ayaktayım.
Işığı açmadım kimse uyanmasın, rahatsız olmasın diye; sadece banyonun ışığını yaktım. Klavyeyi bile zor görüyorum.
Huzurluyum ama. Sessizlik, karanlık, yorgunluk, şu an yatağın üstünde sırtımı yastığıma dayamak bile çok rahatlatıcı.
Uzun zamandır kafam bu kadar rahat değildi. Hep bir şeyleri, aslında çok da değer verilmemesi gereken insanları, ufak tefek olan ama benim kafamda büyüttüğüm sorunları taktığımdan bir türlü iç dünyamla barışamamıştım.
Ama şimdi iyiyim.
Uzun zaman sonra, nefes aldığımı hissediyorum, hem de hiçbir şey boğazıma takılmadan.

Bu akşam (yani aslında dün akşam), Türkan Saylan – Işık Yolcusu’na gittik. İzmir’de ilk kez tiyatroya gittim. Devamı da gelecek, nasılsa yeni yeni alışıyoruz bu hayata, şehre, mekanlara, insanlara…
Hep kendimi Türkan’a benzetirdim, yaşamına dair eksik bilgilerim olmasına rağmen ama şimdi ne kadar haklı olduğumu anlıyorum. Öncelikleri çok iyi belirlemek lazım hayatta, bazen mutsuz olma pahasına hayata, kendine, bence daha da önemlisi başkalarına birer artı katmak daha anlamlı olabiliyormuş. Mücadele gerekli-ymiş, her zamanki gibi bir şeyleri başarabilmek, manevi tatmine ulaşabilmek adına. Ve iyi ki de “hekimlik” mesleğini seçmişim, oyundan sonra bir kez daha anladım ki, ne kadar zor olursa olsun ben insanların olmadığı, iyileştirmenin, iyiliğin, beklentisiz çabanın olmadığı bir ortamda mutlu olamam. Biliyorum, yolun daha çok başındayım. Biliyorum, keşke seçmeseymişim bu yolu dediğim çok meşakkatli zaman dilimlerinden geçeceğim. Evet, biliyorum, kendi hayatımı tam anlamıyla yaşamadığım gibi bir sürü gerçek beni bunalıma sürükleyecek. Ancak, eninde sonunda bunların hepsine değeceğine dair inancım o kadar sağlam ki. İyileştirmek, mutlu etmek, faydalı olmak… Biliyorum ki bunların hepsi olası engellemelerin önüne geçecek ve benim hayatımı daha anlamlı kılacak. Tabii bir de, Türkan Saylan’ın, “aşık olabilme ihtimaline aşık olması” var… Dostluğu, her şeyin üstüne koyması var. Sanki kendimi buldum bu noktalarda.

Oyun o kadar güç verdi ki bana, az uyumama rağmen odama gelince yarınki PDÖ için ders çalışabildim. Embriyogenez konu, 10.haftaya kadar, daha biz “insan”a benzemeden anne karnında meydana gelen değişiklikler… İnsanın inanası gelmiyor resmen, o 3 mm’cik canlıdan kendisinin oluştuğuna… Bir bakıyorsun, 8.haftada minyatür bir “sen” olmuşsun anne karnındaki ama öncesinde bir fasulye tohumundan çok da farklı değilsin. İşte bu saate kadar – ki uzun bir zamandan sonra ilk defa- ders çalışmanın vicdani rahatlaması da var.

Şimdiyse uyku vakti… Fındık’a sarılıp uyumak istiyorum…

15 Aralık 2010 Çarşamba

...küçücüğüm...

pide yedim.

yağı üstüme damladı.

montum kirlendi.

ve ben, anneme mesaj attım nasıl temizlerim diye.

bu üzüntümü başka kiminle paylaşsaydım?

güzel bir şey yalnız olmadığını bilmek.

güzel bir şey hâlâ ufak bir çocuk olmak.

ufacık. miniminnacık. keşke ellerim üşüyünce ısıtmak için, eldivenlerimi de getirseydim istanbul'dan.

12 Aralık 2010 Pazar

...tom waits-i don't wanna grow up...

"çocukken her şeyin sahibi olmak için büyümek isterdik, büyüdük, şimdi her şeyden uzak olmak için hep çocuk kalmak istiyoruz."

can dündar

arka fonda: bir çocuk sevdim - sezen aksu

11 Aralık 2010 Cumartesi

...tam ortasında...

"sen gittiğimi sanıyorsun baba ama aslında ben hiç gidemedim, gittin diyorsun ama bir türlü de dönemedim. aslında ne gidebildim ne de kalabildim."

Babam ve Oğlum

...hello my love, it's getting cold on this island...

Uzun zaman önce yazılmışlar...

            Beyaz, tüllü, upuzun bir elbise var kızın üzerinde. Beline kadar gelen siyah saçları, tepesinde taze, yeni toplanmış kır papatyalarından yapılmış bir taç, esen rüzgârla oradan oraya savruluyor. Elbisenin bir omzu hafifçe düşmüş; ayakları çıplak, bileğinde inci bilezik, boynunu çepeçevre saran inci bir kolye, sanki inci yağmuruna tutulmuş gibi kulak memelerinden aşağı doğru sarkan süt beyazı taneler…
            Yavaşça adım atıyor, tenine temas eden kum parçalarıyla içi bir hoş oluyor. Yumuşacık bir his bu... Kadife pürüzsüzlüğünde bir duygu…
            Derken hafif bir müzik başlıyor arka fonda, “Hello my love, it’s getting cold on this island…” Kıvrak bir ritm, insanı başka âlemlere sürükleyen, hülyalara daldıran birkaç söz…
Eteğin tülleri bir o yana bir bu yana, kızın kıvrılan belinin hareketlerine uyumlu dalgalanıyor. Mırıldanıyor kız, sözleri tekrarlıyor; kendi etrafında dönüp, hafif salsa adımlarıyla kendinden geçiyor. Hoş bir tebessüm yayılıyor suratına, yanaklarında bir kırmızılık, ağzında buruk bir şarap tadı, başı döner gibi… Öyle güzel hissediyor ki, öyle tatlı bir sarhoşluk ki bu yaşadığı, hiç bitmesin istiyor. Hayal dünyasındaki bu pembelik hiç kaybolmasın, şişirdiği balonlar patlamasın, dilek ağacına iliştirdiği o minik, kırmızı bez parçaları el ele verip gerçeğe dönüşsünler, hep istediği gibi bir hayat olsun onunkisi…

            O anda, bir çocuk beliriveriyor arkadan. Siyah bir ceket üstündeki, içinde mavi-beyaz çizgili bir gömlek, ne çok iri ne de çok cılız; suratında içten bir gülümse kavrıyor kızı belinden. Kızın kıvrak figürlerine hemen ayak uyduruyor. Elleri de o kadar sıcak ki, kızın bırakası gelmiyor. Yumuşacık bir his daha… Kızı kendine doğru çeviriyor, bir elini tutup kendi etrafında döndürüyor. Ne güzel, kızın başı daha da dönüyor, sarhoşluğu artıyor, gözlerindeki ışığı etrafa saça saça baygın bakışlarıyla süzüyor çocuğu. Mutlu. Hayalperest, güzel hayallerin peşinde daha sıkı sarılıyor çocuğa, onun nefesini içine çekmek istiyor, daha çok “onun” olmak, kendini onda kaybetmek…
            Geride hiçbir şey kalmasın, geride kalanlar hatırlanmasın bile ve çocuk, nasıl birdenbire giriverdiyse hayatına, onu elinden tutup birdenbire uzaklara götürsün… Kimsenin haberi olmasın, anlık bir bulut geçişi nasıl bir anda yağmur bırakırsa aşağıya, öyle pöf diye havaya karışsınlar…
            Hep gülsünler, hep gülsünler, hiç ağlamasın kız, hiç üzmesin çocuk onu…

            Usul usul aydınlanırken ortalık, bir anda bir boşluk hissediyor kız çevresinde. Eksik bir şeyler var sanki; yarım kalmışlıklar, tamamlanamamışlar, sebepsizce tamamlanamayacaklar, tamamlatılmayacaklar…
            Çünkü çocuk gitti, bu “mutluluk oyunu” da bitti. Nokta kondu, hayallerindeki her şey uçup gitti. Bir tek ayak izleri kaldı kumsalda, onlar da yavaş yavaş siliniyorlar. Tüm yaşanmışlıkların, yaşanılmaya çalışanların, yaşanılmak istenenlerin üstünü örtüyor silikleşen bu izler. Sanki hiç orada değillermiş gibi, sanki hiç orada bulunmamışlar gibi…

            Keşke.

6 Aralık 2010 Pazartesi

hayata devam...

            Hayatta bazen ufacık dokunuşlar gerekir kendine gelebilmen için… Ufacık birkaç söz, başını koyabileceğin bir omuz, elini uzattığında orada, hemen yanı başında olduğunu hissettiren sımsıcak bir el, anlamlı bir bakış, en zor anında aklına getirebileceğin güven dolu sözler… Aslında ihtiyacın olan, yalnızlıktan kurtulabilmektir… O kadar kalabalığın arasında, aslında hiç onlardan biri olamamayı bir kenara bırakabilmek, “herkes gibi” olabilmektir istediğin… Sığınacak bir limandır aradığın dalgaların arasında, sen mini minnacık bir kızsındır ve dalgaların boyu seni geçeli çok olmuştur ve artık senin onlarla savaşacak gücün pek kalmamıştır… Tam her şeye nokta koyduğun bir vakit, o noktanın altına minik bir virgülü koymak, noktalı virgülle hayatına devam etmek istersin ama yapamazsın, bunu sana yaptıracak bir şeylerdir peşinde olduğun… İtici bir kuvvet belki de… Yelkenlerini açmışsındır her türlü desteğe ve aradığın ufak bir esintidir hareket edebilmen, yaşamına devam edebilmen, ilerleyebilmen için…
            Ve bir gün gelir, tüm bunlar olur. Gökyüzüyle dalgaların birleştiği yerde tılsımlı bir yıldız göz kırpar ve süzüle süzüle kayar aşağı doğru. Bu bir işarettir, hayat seni beklemektedir; parça pinçik kâğıtlara en özensiz şekilde yazdığın planlara geri dönüş başlar… Ucundan tutarsın tekrar bir şeylerin, zamanla tüm olumsuzlukların uzaklaşacağını anlarsın sonunda… Bu ufacık dokunuşların yüzünde yarattığı koskocaman bir gülümseme ve gözlerindeki ışıkla bakarsın artık etrafa… Sen, “sen” olmuşsundur, ne herkes gibi, ne de hiç kimse gibi, sadece “sen” yaşamın içindeyken azıcık da dışında kalmayı başarabilen bir “sen”!..

20 Kasım 2010 Cumartesi

...Nazım Hikmet 109 Yaşında...



YAŞAMAYA DAİR
1 
Yaşamak şakaya gelmez, 
büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın 
                       bir sincap gibi mesela, 
yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden, 
                       yani bütün işin gücün yaşamak olacak. 
Yaşamayı ciddiye alacaksın, 
yani o derecede, öylesine ki, 
mesela, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda, 
yahut kocaman gözlüklerin, 
                        beyaz gömleğinle bir laboratuvarda 
                                    insanlar için ölebileceksin, 
                        hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için, 
                        hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken, 
                        hem de en güzel en gerçek şeyin 
                                      yaşamak olduğunu bildiğin halde. 
Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı, 
yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin, 
           hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil, 
           ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için, 
                                      yaşamak yanı ağır bastığından. 
                                                                                     1947 
2 
Diyelim ki, ağır ameliyatlık hastayız, 
yani, beyaz masadan, 
              bir daha kalkmamak ihtimali de var. 
Duymamak mümkün değilse de biraz erken gitmenin kederini 
biz yine de güleceğiz anlatılan Bektaşi fıkrasına, 
hava yağmurlu mu, diye bakacağız pencereden, 
yahut da sabırsızlıkla bekleyeceğiz 
                                en son ajans haberlerini. 
Diyelim ki, dövüşülmeye deşer bir şeyler için, 
                               diyelim ki, cephedeyiz. 
Daha orda ilk hücumda, daha o gün 
                           yüzükoyun kapaklanıp ölmek de mümkün. 
Tuhaf bir hınçla bileceğiz bunu, 
                        fakat yine de çıldırasıya merak edeceğiz 
                        belki yıllarca sürecek olan savaşın sonunu. 
Diyelim ki hapisteyiz, 
yaşımız da elliye yakın, 
daha da on sekiz sene olsun açılmasına demir kapının. 
Yine de dışarıyla birlikte yaşayacağız, 
insanları, hayvanları, kavgası ve rüzgarıyla 
                                    yani, duvarın ardındaki dışarıyla. 
Yani, nasıl ve nerede olursak olalım 
          hiç ölünmeyecekmiş gibi yaşanacak... 
                                                                      1948 
3 
Bu dünya soğuyacak, 
yıldızların arasında bir yıldız, 
                       hem de en ufacıklarından, 
mavi kadifede bir yaldız zerresi yani, 
                       yani bu koskocaman dünyamız. 
Bu dünya soğuyacak günün birinde, 
hatta bir buz yığını 
yahut ölü bir bulut gibi de değil, 
boş bir ceviz gibi yuvarlanacak 
                       zifiri karanlıkta uçsuz bucaksız. 
Şimdiden çekilecek acısı bunun, 
duyulacak mahzunluğu şimdiden. 
Böylesine sevilecek bu dünya 
"Yaşadım" diyebilmen için... 

19 Kasım 2010 Cuma

...Tekdüzelik...

       Bir şeyler çok tekdüze olmaya başladı. Bir şeyler çok ‘aynı’ gibi hayatımda. Ne bugün, dünden çok farklı; ne de yarının bugünden farklı olacağına dair inancım var. Sıkıldım. Geçen senenin yoğunluğu, saçmasapan yaşananları, yorgunluğu geçip gidecek, her şey çok değişik olacak gibi gelirken, yine benzer noktalar arasında sürükleniyorum sanki. Yapacak hiçbir şey yok, karşı koymaya dair isteğimin önünü kapatıyor üşengeçliğim. Ama kilit nokta şu: çok sıkıldım. Kendimi yollara vurasım var aslında, hiç arkama bakmadan bir süre rüzgarla beraber savrulasım… Geride bırakılacakları kafaya takmadan, hiç ama hiç umursamadan ileriye doğru adımlar atasım var, kimseyi kırmadan, gücendirmeden tabii ki… Mümkün mü ki bu? Ya da attığım her adım, geriye dönüş özlemimi artırırsa? Sonra bir de geriye dönülmezliğin ‘aynılığı’ sıkmaya başlarsa canımı…
       Cümlelerime nokta koymadan belli oldu: Buralardayım yine, aynı yerimde, herkesin bulabileceği bir yerde, aynı tekdüzelikte… Değişen bir şey yok işte…
    
       Sanırım en güzel Can Yücel anlatmış yine benim bu durumumu:
Bugünlerde herkes gitmek istiyor.
Küçük bir sahil kasabasına,
Bir başka ülkeye, dağlara, uzaklara...

Hayatından memnun olan yok.
Kiminle konuşsam aynı şey...
Herşeyi, herkesi bırakıp gitme isteği.

Öyle "yanına almak istediği üç şey" falan yok.
Bir kendisi.
Bu yeter zaten.
Herşeyi, herkesi götürdün demektir.
Keşke kendini bırakıp gidebilse insan.
Ama olmuyor.

Hadi kendimize razıyız diyelim, öteki de olmuyor.
Yani herşeyi yüzüstü bırakmak göze alınmıyor.

Böyle gidiyoruz işte.
Bir yanımız "kalk gidelim",
öbür yanımız "otur" diyor.

"Otur" diyen kazanıyor.
O yan kalabalık zira...
İş, güç, sorumluluk, çoluk çocuk, aile,
Güvende olma duygusu...
En kötüsü alışkanlık.
Alışkanlığın verdiği rahatlık,
Monotonluğun doğurduğu bıkkınlığı yeniyor.
Kalıyoruz...
Kuş olup uçmak isterken, ağaç olup kök salıyoruz.

Evlenmeler...
Bir çocuk daha doğurmalar...
Borçlara girmeler...
İşi büyütmeler...
Bir köpek bile bizi uçmaktan alıkoyabiliyor.

Misal ben...
Kapıdaki Rex'i bırakıp gidemiyorum.
Değil bu şehirden gitmek,
İki sokak öteye taşınamıyorum.
Alıp götürsem gelmez ki...
Bütün sokağın köpeği olduğunun farkında,
Herkes onu, o herkesi seviyor.
Hangi birimizle gitsin?

"Sırtında yumurta küfesi olmak" diye bir deyim vardır;
Evet, sırtımızda yumurta küfesi var hepimizin,
Kendi imalatımız küfeler.

Ama eğreti de yaşanmaz ki bu dünyada.
Ölüm var zira.
Ölüme inat tutunmak lazım,
İnadına kök salmak lazım.

Bari ufak kaçışlar yapabilsek.
Var tabii yapanlar, ama az.
Sadece kaymak tabakası.
Hepimiz kaçabilsek...
Bütçe, zaman, keyif... Denk olsa.
Gün içinde mesela...
Küçücük gitmeler yapabilsek.

Ne mümkün.
Sabah 9, akşam 18
Sonra başka mecburiyetler
Sıkışıp kaldık.
Sırf yeme, içme, barınmanın bedeli
Bu kadar ağır olmamalı.

Hayatta kalabilmek için bir ömür veriyoruz.
Bir ömür karşılığı, bir ömür yani.
Ne saçma...
Bahar mıdır bizi bu hale getiren?
Galiba.

Ben her bahar aşık olmam ama
Her bahar gitmek isterim.
Gittiğim olmadı hiç,
Ama olsun... İstemek de güzel.