26 Haziran 2011 Pazar

...minik bir istek...

Beyoğlu'na gitmek, beğendiğim birkaç sergiyi gezmek sonra da Neoclassic'e gidip salata - sıcak şarap ikilisiyle sabaha kadar oturup, İstiklal'i son defaymiscasina tepeden hic gözümü kırpmadan izlemek istiyorum.

çok mu şey istiyorum?..


http://www.taksim.com/taksim-beyoglunda-mekan/neoclassic

21 Haziran 2011 Salı

.taciz.

Sıcağı sıcağına yazmalıyım bu yazıyı.

Bir kişiye kendi rızası olmadan fiziksel temasta bulunmak ne demektir? “Taciz” demektir değil mi?

İstanbul’da yaşayanlar olarak sözlü tacize alışmıştık. Ne yazık ki, sözlü tacizleri artık gündem konusu bile yapmıyorduk. Kanıksamıştık. Böyle bir tacizle karşılaşıp eve döndüğümüzde artık bahsini bile açmıyorduk, çünkü engellenemez bir durumdu ve bir noktada fiziksel boyuta geçmezse adamsendeci bir mantıkla umursamıyorduk.

Ama bugün ilk defa bu kadar net olarak fiziksel tacize maruz kaldım. Daha doğrusu olası bir fiziksel tacizi bir nebze de olsa engelledim.

Olay şöyle gelişti:

00.05 civarlarında Taksim’den Bakırköy’e gitmek üzere bir dolmuşa bindim. Arkada, sol tarafta cam kenarına oturdum. O sırada telefonla konuşurken yanıma bir adam oturdu. Sonradan şoförün söylediğine göre, o kadar boş yer varken benim yanıma oturmuş olmasından dolayı bu adamdan şüphelenmiş kendisi. Her neyse… bacaklarını olabildiğince açtı, ben de bacak bacak üstüne atıp cama doğru olabildiğince büzüldüm. Sol eli, sol bacağının üstünü ovuşturmaya başladı ve yavaş yavaş eli benim bacağıma değdi. Ben telefonla konuşurken de zaten kolu sürekli olarak benim belime değiyordu ama yolun sarsıntısı olarak yorumladığımdan onun bu hareketini ciddiye almamıştım. “Biraz rahat durur musunuz, lütfen?” diye orta yükseklikte bir tonda uyardım kendisini. Suçluluktan kaçarcasına iki elini de kaldırdı ve “Ben rahat duruyorum zaten” dedi. Cevabı dinlemeden  kafamı yine camdan dışarı çevirmiştim. İletişimi sıfıra indirmek için de kulaklıklarımı taktım, müzik dinliyordum. İneceği yere 5 dakikalık bir mesafede eli yine hareketlendi. Araya çantamı indirdim lap diye ki yüz göz olmayayım kendisiyle. Bu süre 2 dakikaya indiğinde de çantamı çektim nasılsa inecek diye ve fark ettim ki adam elini koltuğa koymuş ve gittikçe benim bacağıma yaklaştırıyor, hatta yer yer değdiriyor. İşte o zaman çıldırdım. “Rahat dursana artık ya! Sabahtan beri elin sürekli bacağımda!” dedim. O anda şoför de, “Öne oturun!” diye kendisine çıkışınca ben daha da celallenip, “O kadar boş yer var, oraya otur! Yeter!” diye bağırdım. İşte o an alyansını gösterdi, “Evliyim ben! Dizin dizime değdi diye yanlış anladın” dedi. Bunun üzerine ben de, “Yazık valla karına! Hem siz yolda her gördüğünüz kızı taciz edebileceğinizi mi sanıyorsunuz” diye bağırdım. O arada indi. Yoldan binen adam da şoför de niye onlara en başta bu durumu söylemediğimi sorguladılar. Ancak söyleseydim de bu sefer de kız cıngar çıkarıyor, yok yere olay yaratıyor konumuna düşecektim.

Ama anlamadığım biz bu kadar geri bir ülke miyiz? Ben orda pantolon ve kısa kollu, gayet kapalı kıyafetlerimle otururken nasıl böyle bir muamelemeye maruz kalırım? – ki zaten açık giyinsem de böyle bir şey yapma hakkını kimse erkeklere vermiyor- bir de anlamadığım, elini değdirerek nasıl bir tatmin duygusu yaşıyor kendisi? Bir de evli olduğunu söyleyerek kendisini haklı çıkarmaya çalışıyor.

Seçimden sonra da böyle hissetmiştim. Ben “bu” insanlara mı yardım etmek için tıp okuyorum? Çünkü meslek seçimimdeki tek etken bu idealdi: insanlığa yardım etmek, bir şekilde yoksunluklarını giderebilmek. Ama şimdi insanların aslında o kadar da değer verilesi varlıklar olduğuna inanmamaya başladım ve bu inancı kaybedersem bu kadar zor bir mesleği de icra edemem ki ben. Bir an önce umudu yeniden canlandıracak bir şeyler olmalı etrafımda ki, humanist ve insan merkezli bakışımı geri kazanabileyim. Buna her şeyden çok ihtiyacım var.


Bu olaydan sonra ilk taciz vakamı anımsadım. İçim daha da ürperdi. Arkadaşımla 5. sınıftayken, yani daha 11 yaşlarındayken Toys"R"us'a gitmiştik ve oyuncakların arasında gezinirken bir adam arkadaşımın poposunu ellemişti. Babamızdan bile büyüktü belki yaşı. İlk şoku orada yaşamıştık beraber. Daha minik çocuklarken hem de...

Bazen düşünüyorum da, "Biz büyüdük ve kirlendi dünya" felsefesi yalan mı? Yani belli ki biz daha büyümemişken de bu dünya dediğimiz yer yeterince kirliymiş, bizim masumiyetimizle kıyaslandığında...

20 Haziran 2011 Pazartesi

...sideways...

"Why are you into wine?" diye soruyor adam kadına.

Kadının cevabı o kadar güzel geliyor ki kulağa:

"The more i dranks the more i liked what it made me think about. I like to think about the life of wine. How it’s a living thing. I like to think about what was going on the year the grapes were growing. How the sun was shining. If it rained. I like to think about all the people who tended and picked the grapes. And if it’s an old wine, how many of them must be dead by now. I like how wine continues to evolve. Like, if I opened a bottle of wine today it would taste different if I’d opened it on any other day. Because a bottle of wine is actually alive. And it’s constantly evolving and gaining complexity. That is,until it peaks… and then it begins its steady, inevitable decline. And it tastes so fucking good."


Hoş bir filmdi.

19 Haziran 2011 Pazar

...çilekli limonata...

ders çalışmak için konsantre olmaya çalıştığım şu zaman diliminde en büyük destekçim: evde hazırlanmış çilek şurubu/şerbeti/kompostosu (ne olduğunu bilemediğim bu muhteşem tat) katılmış limonata!

hazır satılanlar gibi şekeri bol, limonu az da değil hem!

her içişimde suratımı buruşturuyorum.

ama çok güzel. soğuk da. mutlu olmak o kadar da zor değil aslında :)

17 Haziran 2011 Cuma

...hiçbir şey eskisi gibi değil...

sisler bulvarından geçtim bugün.
ne sırılsıklamdı.
ne ıslak kaldırımlar parıldıyordu.
ben sadece etrafıma bakıyordum.
geçmişimle yüzleşiyordum.
farklı anlamlar arıyordum.
değer kavramını sorguluyordum.

sisler bulvarından geçtim bugün.
ilk defa kendimi kötü hissetmedim.
ama çok garip hissettim, ne yalan söyleyeyim.
belki karanlık değildi, ondan.
belki yağmur yağmıyordu o ilk seferdeki gibi.
gerçi hava yine bulutluydu ama etkilenmedim.
önüme baktım, geriye değil.
derin bir nefes aldım ve ilerledim.

yine de biliyor musun orasının adını saklayacağım içimde.
başka kimse bilmeyecek sisler bulvarını.
çünkü bu şehirde ondan başka sisler bulvarı olmayacak.
bu da ufak bir sır olarak kalacak aramızda.
milyonlarcası gibi.
ta ki zamanı gelip bazı tabular yıkılana kadar...

bunu da yolda yazıverdim. şiir desem şiir değil kesinlikle, o zaman yazılan güzel şiirlerin hakkını yemiş olurum. düz yazı da değil. birbiri ardına gelen düşüncelerimi sıralayıverdim işte. "bilinç akışı" oluverdi böylece.

*şimdi ben gidicem ya uzaklara, çok uzaklara, çok uzun yıllar boyunca... dönünce herkesi farklı bulucam di mi? onun heyecanı sardı garip bir şekilde. 1 seneye yakın görüşmediğim arkadaşlarımın hayatlarındaki değişiklikleri duyunca kelebekler hopladı içimde, anılar canlandı, bir an önce gidip uzun yılları geride bırakıp onları olduklarından daha da farklı görme isteği kapladı içimi. yarın, bugünden can yakıcı olamaz bence hiçbir zaman çünkü.*

15 Haziran 2011 Çarşamba

...kedi uyuşukluğunda...

Dün gölgede, üstünde minder olan bir sandalyenin üzerinde uyuklayan beyaz bir kedi gördüm. Bembeyaz, upuzun tüyleri vardı. Gerinircesine upuzun açmıştı kollarını, bacaklarını. Gözleri tek çizgi halinde kapalıydı. Tamamen huzur doluydu.

Bugün ben de o kedinin uyuşukluğunda mırıldanıp durdum evde. Geç uyandım. İzmir’den getirdiğim beş bavul dolusu eşyanın bir kısmını odama yerleştirdim. Uyandığımdan daha da geç bir saatte, hayalini kurduğum gibi yumurtalı bir kahvaltı yaptım. Normal hayatımda lüks bir ihtiyaç olarak gözüken televizyonla vakit geçirdim. Kitap okudum. Okurken bir süre sonra tekrar uyuyakaldım. Sıcağın mayışıklığına karşın tertemiz kokan yatak çarşaflarımın serinliği beni cezbetti gün boyu. Sonra uyandım. Yemek yedim.

Basit bir hayattı yaşadığım benim bugün ama sorgulamalardan uzaktı. Mesela uyanınca, “Cesaretin Var mı Aşka?”yı izlemeye karar vermişken vazgeçtim. Günlük huzurumu bozmak istemedim. Sonra siyaset yazmaya hiç yanaşmadım bu bloga. Zaten etrafımda herkes bununla ilgili az ya da çok bir şeyler söylüyor, bense ne oy kullanmayla demokrasinin zafer kazanabileceğine inanıyorum ne de demokrasinin adaletli olduğuna. Bugünkü uyuşukluğum üşengeçliğe dönüşmüş anlaşılan ki, parmağımı kıpırdatacak halim yok. Yaprak kıpırdamıyor dışarıda, sadece kuşlar yine ötüyor. Araba seslerini bastırmak için onlar hep ötüyorlar zaten. Benim geleceğimde yine ben söz sahibi değilim. Yine edilgen yıllar, sadece kendi işime odaklanmamı söyleyen insanları dinleyeceğim yıllar başlıyor. Kısır döngü gibi bu. Hep en başa dönüyoruz ve ben bu dönüşü engelleyebilmek adına hiçbir şey yapamıyorum.

Neyse, kitabımın adıyla devam edeyim: Sana Gül Bahçesi Vaat etmedim. Aylardır okumak için bir kenarda bekletirken, sınavımın bitmesiyle ancak şimdi okumaya başlayabildim. Aslında eskiden bir kitabı bitirir bitirmez, aradan dakikalar geçmeden yenisine başlayabilirdim ama şimdi kitapları hazmetmek istiyorum. Mesela, “Kürk Mantolu Madonna”yı bitirince hemen bu kitaba başlayamadım, çünkü o kitaptan o kadar çok etkilendim ki… Yeniden yaşadım sayfaları, satır arasında söylenilenlerden daha fazlasını ben kendi içimde buldum. Kafam o kadar dağınıkken de yeni bir başlangıç benim için sözü edilebilir bir şey değildi. Bu kitabın da adı çok güzel bence. Hele benim gibi anlaşılmazlıkların, yanlış anlaşılmaların odağında bir insan için… Ben hiçbir zaman, hiç kimseye hiçbir şey vaat etmezken, insanlar kafalarında benim vaatlerimle, benden beklentilerle yaşıyorlar gibi geliyor. O kadar güç ki böyle bir sorumluluğun ağırlığını taşımaya çalışmak… En iyisi boş vermek, sonuçta ben gül bahçesi vaat etmezken insanların beklentilerini karşılayabilmek için çaba sarf etmem anlamsız kaçıyor.

Keşke yaz planlarıma başlayacağım temmuz ortasına kadar böyle kitap, uyku ve yazmak temalı hayatım olabilseydi… Keşke finale çalışmak zorunluluğum, ne yaparsam yapayım kafamın arka planında derslerle sürdürmeseydim günlerimi… Ama keşke demek de nafile. Seneye çok daha farklı olacak her şey. Bu kadar eminim.

Dünkü lise arkadaşlarıyla olan buluşmamın da bugün sakin havamda bir etkisi var sanırım. Tertemiz yıllara döndüm ben dün gece. Ara ara gözlerim doldu, tuttum kendimi. Kirlenmemişlik vardı ortamda. Saflık. Bir daha kimseye kolay kolay duyamayacağım bir güven duygusuyla sarıp sarmalandım sanki. Git dediğimde bile ben zor durumdayken yanımdan gitmemiş insanlar vardı. Elimi uzatsam, en zor anlarında bile bir şekilde bana ellerini uzatacak insanlar vardı. Azıcık da olsa onlardan uzak kalmış olmamın hüznü de vardı tabii. Ama elden ne gelir… Hepimiz İstanbul’da olsaydık, hiçbir şey bugünkü gibi olmayacaktı, biliyorum. Benim hayatımda çok şey değişecek ama çok şey de değişmeden, eskisi gibi, masum kalacaktı. Belki de hayat bu işte. Beni böyle selamlıyor. Demek ki, büyümek için tüm bunları yaşamak gerekiyor.

Yazmak sorgulamayı da haliyle beraberinde getiriyor. Ama yok! Bugünkü kedi modumu bırakmak istemiyorum. Birazdan dondurma yemeye gitme, ailemle vakit geçirme, eşofmanlarımı giyip dışarı çıkarak biraz yürüme planım var. Hepsi ne kadar huzurlu. Hep aradığım gibi.

12 Haziran 2011 Pazar

...ne önce, ne sonra...

Geceye dair yazılacak çok şey var. Karanlığa dair. Karanlığın etkilerine dair.
Sisler altında, arada yanıp sönen, bazen rengarenk parıldayan ışıklar, sigara dumanının kokusuyla dans edenlerin teninin sıcaklığına karışınca gözler tam görmez oluyor. Ve O da hep bu anlarda ağlamak istiyor. Hüngür hüngür ağlamak… Ağlarken yanında biri olsun, elini tutsun ama hiç hesap sormasın istiyor. Neden demesin, sadece yanında olduğunu göstersin. Öyle bir göstersin ki bir süre sonra yanında yokmuş gibi olsun. Rahatlasın, yok olan bu varlığın içini ferahlattığına inansın.

Ya da vazgeçsin her şeyden. Bir adım atsın, geriye bakmasın. Ağlarsa da kendi içine, sırf kendinin görebileceği bir yerde, kendi kendine ağlasın. Bir adım daha atsın, bu koyu karanlığın içine karışsın. Karanlıkla bütünleşsin. Geride hiçbir iz kalmasın.

* dengesizlik bir iltifat olarak kabul edilebilir mi? *

* içimde bir şizofren arada göz mü kırpıyor ne? korkuyorum. *