31 Temmuz 2011 Pazar

kimlik.milan kundera

Milan Kundera'yı geçen seneden beri okumak için yanıp tutuşuyordum.
O'ndan bahseden çok kişi vardı ve ilk defa tüm popülerliğine rağmen bir yazar ilgimi çekti.
İzmir'deki kitap fuarında da, bu yazara bir adım olarak, içeriğini ve ismiyle muhteşem uyum sağladığını düşündüğüm kapak resmini beğendiğim, "Kimlik" kitabını satın aldım.
Sadece 156 sayfadan oluşuyordu, yazarın en çok ilgi gören kitaplarından değildi ama iyi bir başlangıçtı kanımca.
Sonra Çek asıllı ancak kitaplarını Fransızca yazan bu yazarın, Fransa'da bana eşlik etmesi gerektiğine karar verdim. Oraya ait bir şeyleri kitapta bulabilmekti amacım, ya da kitapta adı geçmesi muhtemel yerleri ziyaret etmek... İyi ki de bu yazar bana bu gezimde eşlik etmiş, çünkü benim için çok farklı anlamlar içeren bu ülke ve özellikle de başkent Paris bu kitapla daha bir anlamlandı. Ben kendi içimde farklı arayışlardayken ve geçmiş-şimdi-gelecek arasında gidip gelip kendime sorular sorarken kitaptaki karakterler de kendi kimliklerini arıyorlardı. Farklı zamanlarda aynı düşünüyorduk karakterlerle ve birçok diğer şair ve yazarın yaptığı gibi Milan Kundera da benim zihnimden geçirdiklerimi kâğıda dökmede çok başarılı olmuş. Yalın bir anlatımın bu kadar doyurucu, dolu dolu ve düşündürücü bir içeriğe sahip olması daha da önemli herhalde; ağdalı, süslü püslü anlatımlarla okuyucunun kafasını karıştırıp anlam kargaşası yaratmak yerine direkt ve kesin söylemlerle düşünce girdabına sokuyor kendisi bizleri.
Bu güzel bir başlangıçtı, aklımda birkaç kitabını daha okuyup kendisi üzerine kendisini okuyan birileriyle sohbet etme düşüncesi var.

Şimdi de birkaç alıntı kitaptan:

"...aşkın bakışı, yalnızlaştıran bir bakıştır." Bir ara da sevmek bu kadar can yakmamalı demiştim yine blog'ta, öyle olunca bu cümle de çok tanıdık geldi.

"...O dönemlerde askerlerin bile birbirlerini tutkuyla öldürdüklerini düşünüyorum. Yaşamın anlamı, insanlar için bir 'soru işareti' değildi, yaşam onlarla birlikteydi, tüm doğallığıyla..."

"Seni tanıdığımdan bu yana her şey değişti. Bunun nedeni, yaptığım küçük işlerin benim gözümde daha tutkulu hâle gelmiş olması değil. Çevremde olup biten her şeyi, ikimizin arasında konuşulacak konulara dönüştürmem."  Fazla tutku, fazla bağlanma, bir noktadan sonra da O kişiyi hayatının merkezine koyma. Bir yerlerden tanıdık geliyor bana bu?..

"Aslında kimdi güçlü olan?"

"Oysa ben buradaydım! Buradan geçtim! İlerde ne olursa olsun, beni unutma!"

"Bu dünyada doğmuş olmak ister şans, ister şanssızlık olsun, yaşamını burada yaşamanın en iyi yolu, benim şu anda yaptığım gibi, ilerleyip giden neşeli ve gürültücü bir kalabalığa kendini bırakmaktır."

"Gözümü kırpıştırmak beni korkutuyor... Hayır, sana bakmak istiyorum yalnızca... Lambayı gece boyunca açık bırakacağım. Her gece." Ben de öyle yapacağım bundan sonra.

Keyifli okumalar.

time to move on - tom petty

Son 2 haftadır, telefonumun notlar bölümüne yazdıklarımı gerçekleştirmeye başladım bugün.
Yavaş yavaş, yapılacaklar adı altında yazdıklarımı yaptıkça üstlerini çiziyorum.
En basitinden, stajım için Polonya'daki Staj Değişim Koordinatörünü bilgilendiren mail'i yollamayı bile erteliyordum, çünkü bilgisayarı açıp yazmak zor geliyordu.
Ama artık ertelemek yok.
Düşündüğünü uygulamak ve harekete geçmek var.
...
Bugün, İstanbul'da en sevdiğim yerlerden biri olan Küçüksu Kasrı'ndaydım.
Gözlerimi kapattım. 
Esen rüzgârı hissettim yüzümde, ellerimde, ruhumda.
Suyun sesi, iyotlu deniz ve sadece hayallerimde var olan kumsalın kokusuna karıştı.
Martı sesleri, dalgaların kıyıya vuruşlarında kayboldu.
Ve kafamın içinde o anda, "Gündüz düşlerinde her an yanımdasın..." diyordu Teoman.
Garip bir şekilde farkına vardım ki, ben içimde güzel hatıraları yaşattıkça, ben gözlerimi kapatıp kendi içime baktıkça ve ben çiçek dürbününün içindeki renklerden kendime bir dünya kurdukça olumsuzluklar yok olacak.
Anılara özlem duyduğumda sadece gözlerimi kapatmam yetecek onları hatırlamama ve bu şekilde ne kimse kırılacak, ne kimse üzülecek ne de kimsenin canı yanacak.
Fakat bir süre için işte gözlerimi kapatmayacağım. 
Sonuna kadar açık tutacağım ki içimde kopan fırtınalar dinginleşsin ve doğru zaman gelip gözlerimi kapadığımda yine o masal dünyamdaki pembeliklerde bilinçli bir biçimde, huzur dolu olarak kaybolabileyim.
İşte o zamana kadar, yapılması gereken işlerimle uğraşacağım.
Çünkü fark ettim ki, üstünü çizdikçe listemdekilerin içim rahatlıyor.
Bir sorumluluğumu daha yerine getirmenin huzuruyla doluyorum.
İşte o yüzden internette gezerken, biraz önce rastladığım bu şarkıyı hayatımın merkezine koyuyorum:


It's time to move on, time to get going
What lies ahead, I have no way of knowing
But under my feet, bad grass is growing
It's time to move on, it's time to get going


dinlemek için: http://fizy.com/#s/1nf2xy

29 Temmuz 2011 Cuma

of, ben ne yapıcam şimdi?..

Bugün arkadaşlarımla pasta kestik. Mumları üfledim, ama içim buruktu. 
O insanların hepsini bir araya toplayan foolonthehill'in morali bozuktu, üzgündü, bana bir şey demese de biliyordum ki içinden bana dair, benimle ilgili bir sürü soru geçiyordu.
Onu arayıp konuşabilirim şimdi. Ya da facebook'tan yazabilirim. Veya telefonuna mesaj yollayabilirim ama yapamam. Benimle görüşmeyi reddediyor artık, biliyorum uzun bir süre de bu durum sürecek.
Ben kendimce doğru olduğuna inandığım bir şey yaptım. Yaptığım şeyle kendimi daha iyi hissedecektim, hem kendim daha mutlu olacaktım hem de çevremi mutlu edecektim. Ama olmuyormuş demek ki, aynı anda bir sürü insanın yüzü gülmüyormuş. Aslında gülüyormuş da bu gülümseme sonsuza kadar, aynı benim hayal ettiğim gibi sürmüyormuş.
Mumları üflerken de uzun sürdü dileğim, aslında iki sözcüktü içimden geçirdiğim: mutluluk ve huzur. Kafamda tekrarlayıp durdum bu sözcükleri, belki olur da yakın zamanda gerçekleşirler diye.
Şimdi hayatında üzüntüye neden olacağım bir kişi daha kaldı. O da benden nefret edecek. O da artık beni hayatında istemeyecek. Ve ben tüm bunları kaldırabilecek güçte değilim. Öyle gözüksem de bazı şeyler bana ÇOK ağır geliyor.
Böyle "kanadı kırık" gitmek istemiyorum buralardan. Biri parmaklarını şıklatsa, bugün öğleden sonrasının "su yeşili mutluluğuna" dönmek istiyorum, kendimi en güvende hissettiğim kollarda avunmak istiyorum. Oturup ağlamak, ama ağlanınca da sahiplenildiğini bilmenin güven duygusuyla sarıp sarmalanmak istiyorum.
Açık açık olmasa da "git!" dedi bana.
Ben ne yapıcam şimdi? Hiç bu kadar açık yazmadım bir kişi hakkında bu blogta ama başka çarem kalmadı, benim her şeyimi bilen bir insan nasıl artık yanımda olmaz ki?..

Kalbim sıkıştı yine. Daha fazla devam edemeyeceğim.

Umarım sizin güzel başlayan zamanlarınız güzel biter ve sevdikleriniz hep yanınızda olur...

İyi geceler.

27 Temmuz 2011 Çarşamba

in other words, darling kiss me...

hayallerin gercek olana kadar hayal et diyorum en basından beri, bugün bir hayalim daha gercek oldu: Paris'i Eiffel'in tepesinden izledim, arka fonda da Edith Piaf sadece benim için söylüyordu, "La vie en rose"; sonra da Louis Armstrong başladı, "Hold me close..." diye. Işıklar yanıp sönüyordu, mutluluk vardı, sonra bir ara Attila İlhan da Sisler Bulvarı'ndan geçirdi beni ve o ara çok istedim dedi MFÖ, "Sonsuzluğa akıp gitmek istedim..."

Masal gibi bir geceydi iste, umarım devamı gelir...

19 Temmuz 2011 Salı

is it really so strange? - the smiths

I can't help the way I feel

I could never, never, never go back home again

dinlemek icin: http://fizy.com/#s/1g0vju

Eylul 1'de geri donus icin ucaga bindigimde umarim cok, cok, cok daha farkli hissederim!..

15 Temmuz 2011 Cuma

"uzun yağmurlardan sonra"

Uzun zaman sonra, Suavi'nin bu şarkısını paylaşmak istedim.

Fransadayım. baya soğuk hava... Ne yapacağını bilememenin şaşkınlığına karismis farklı bir ülkede olmanın özgürlüğü var üzerimde.

En iyisi vaktimin daha bol olduğu bir anda yazmak.

Şimdi sadece bu şarkıyı dinlemeli.

3 Temmuz 2011 Pazar

...hediye...

İnsanlara hediye almayı seviyorum.
Öncesinde "Acaba ne alsam?" diye düşünmeyi,
Kişilere özgü ve yaratıcı bir şeyler bulunca da gönül rahatlığıyla alışverişe çıkmayı,
Anlamlı bir şeyler bulabilmeyi,
                                             seviyorum.

Hediyelerin üstüne minik kartlar iliştirmeyi,
Kişiye özel sözcükleri ardı ardına sıralamayı,
Karşımdakini gülümsetmeyi,
Hediyeyi alınca karşı tarafın nasıl bir tepki verebileceğini düşünmeyi,
                                                seviyorum.

Tabii hediye vermek kadar hediye almak da var :)

Bazen kendime de hediye alıyorum mesela. Hediye demek paketiyle, süslü püslü bir dış görünüm demek olduğu için, alışverişin sonunda özel olarak rica ediyorum. Kurdelesinin rengine kadar beğeniyorum kendi hediyemi. Bazen değiştirme kartı da koyduruyorum içine. En zevkli kısım da eve gelince başlıyor: ilk kez görüyormuşcasına hediye paketini büyük bir nezaketle açmak, kutuyu ve/veya ambalajını düzgünce bir kenara koymak ve sonrasında da kendime aldığım hediyenin keyfini çıkarmak :)

2 Temmuz 2011 Cumartesi

içinden doğru sevdim seni

İÇİNDEN DOĞRU SEVDİM SENİ  
İçinden doğru sevdim seni 
Bakışlarından doğru sevdim de  
Ağzındaki ıslaklığın buğusundan  
Sesini yapan sözcüklerden sevdim bir de  
Beni sevdiğin gibi sevdim seni  
Kar bırakılmış karanlığından.  
Yerleştir bu sevdayı her yerine  
Yüzünde ter olan su damlacıklarının  
Kaynağına yerleştir  
Her zaman saklamadığın, acısızlığın son durağına  
Gül taşıyan cocuğuna yerleştir  
Ve omuzlarına daracık omuzlarına  
Üşümüş gibisin de sanki azıcık öne taşırdığın  
Tam oraya işte, uçsuz bucaksız bir düzlükten  
Bir papatya tarlasıyla ayrılmış göğüslerine yerleştir  
Ve esmerliğine bir de, eski bir yangının izlerinin renginde  
Saçlarının yana düşüşüne, onları bölen ikiliğe  
Alnından başlayan ve ayak bileklerinde duran  
Yani senin olmayan, seni bir boşluk gibi saran hüzne 
Yerleştir onu bir kentin parça parça aklında tuttuğun  
Kar taneleri gibi uçuşan  
Ve her gün biraz daha hafifleyen semtlerine  
Yerleştir bu sevdayı her yerine.  
Ekledim ben tattığım her şeyi denizlere  
Bildiğim ne varsa onlar da hep denizlerden   
Sen de bir deniz gibi yerleştir onu istersen  
Sevdayı  
Ve köpüklendir  
Ve yaşlandır ki işte kederi anlamasın  
Ama dur, her deniz yaşlıdır zaten  
Öğrenmez ama öğretir mutluluğu  
Bizim sevdamız da öyledir, iyi şiirler gibi  
Biraz da herkes içindir. 
Ve gelinciğin ikinci tadına benzemeli  
Var eden kendini birincisinden  
Yani bir sevdayı sevgiye dönüştüren.  
Ben şimdi bir yabancı gibi gülümseyen  
Tanımadığın bir ülke gibi  
İçinde yaşamadığın bir zaman gibi  
Tam kendisi gibi mutluluğun   
Beni bekliyorsun  
Ve onu bekliyorsun beni beklerken.  
                                Edip CANSEVER  
                               

bilinç akışı

Yazı yazmak istiyorum. Eskinden olduğu gibi uzun yazılar yazmak istiyorum. Herkesi, her şeyi bir kenara atıp sadece yazmak istiyorum.

Uçlarda yaşıyorum yine bu aralar. Daha geçen gün ani bir kararla facebook’u kapattım, sonra hakkımda bir şey yazıldığını duyunca merakıma yenik düşüp açıverdim. Sonra internete girmeme kararı verdim ama hemen ertesinde finale çalışma döneminde internette takılmanın zamanımı değerlendirmemde(!) bana yardımcı olacağı inancıyla bu kararımdan da caydım. Telefonu az kullanma konusunda, bir tek, beklediğim istikrarı yakaladım. Tabii ki bunda telefonu bulunduğum odadan farklı bir odaya koymamın çok faydası oldu.

Sonra dün’ü tamamen tatil ilan ettim. Alışveriş yaptım, arkadaşlarımla özlem giderdim. Keyifliydi. Öyle olunca bugün de uzun zaman sonra 12-1 gibi değil de 10 gibi daha normal bir saatte güne merhaba diyebildim. Güzel bir kahvaltı sonrası yaptığım sütlü kahve ve Cumhuriyet Kitap Eki’ni okumanın keyfi de başkaydı hani. Hem dün, sınava çalışıyorum diye okumaya ara verdiğim kitabıma da kaldığım yerden devam ettim. Bugün de şiir günü gibi oldu. Akşamdan beri ara ara internete girip şiir okuyorum. Bir sürü Edip Cansever okudum mesela. Kendisini pek bilmiyormuşum ben. Sonra Üvercinka’yı, Mavi Gözlü Dev’i, Göğe Bakma Durağı’nı tekrar okudum.

Geçen gün biri benim de çok sevdiğim şiirlerden birini en beğendiği şiir ilan edip paylaşınca bozuldum. Sanki o şiir bir tek bana aitmiş de bu yapılan hiç uygun değilmiş gibi hissettim. Bu bağlanma ve fazla sahiplenme triplerini bırakmam lazım, yoksa "herkesin olan" şiiri bile başkası tarafından sevilince kıskanacak kadar çok sahiplenmişim, iç dünyamın bir parçası yapmışım.

Temmuz’un ilk gününde yağmur yağdı. En sevdiğim ay da ıslak çimenlerin kokusuyla başlayıverdi böylece. Salt mutluluğun olduğu bir ay hayallerimde olan…

Hem kuşlar da cıvıl cıvıldı bugün. Pencereme biri geldi, biri gitti. Hiç yalnız hissetmedim sayelerinde. Yalnız arada fazla mı gürültü çıkarıyorlar ne? Kendi iç sesimi bastırdı sesleri çünkü de…

Temmuz’un gelmesiyle ve bugünün Cuma olmasıyla da sonuncu komite sınavımın üzerinden 3 haftanın geçivermiş olduğunu fark ettim. Yani finale son 1 hafta kaldı! Gerçi başlardaki kadar çok gerilmiyorum bu duruma, sınavın hayatımın normal akışını engellemediği sürece var olduğu gerçeğine kendimi alıştırdım galiba. Ancak aklıma takılan zamanın bu kadar çabucak geçip gidivermesi!?! Daha yeni geldim evime. Şimdi de içinde kitapların, not defterlerin filan olduğu bavulu hâlâ boşaltmamışken, İzmir’e gitmek üzere bavul hazırlama zamanı geldi. Çok ilginç.

Böyle olunca da çalışma masamın karşısında duvarda asılı post-it geldi gözümün önüne: “Time flies so fast! Tempus fugit!” Biri İngilizce, diğeri de Latince zamanın çoook hızlı akıp geçtiğine vurgu yapıyor. Ben bu zaman mevzusuna senelerdir kafa yoruyorum anlaşılan.

 zaman düşer ellerimden yere...
dinlemek için: http://fizy.com/#s/1agxa4