29 Aralık 2012 Cumartesi

http://m.youtube.com/watch?v=h3fF61PsTYg

"pamukşekerdi sanki tertemiz
o güzel bulutlar
çocukken renkli balonlar gibiydi
tüm umutlar"

Geçen hafta konseri vardı İzmir'de.

18 Aralık 2012 Salı

Yitirilen her şeye...

Sürekli tekrara düşüyoruz, istemediğimiz ama aynı zamanda engelleyemediğimiz tekrarlara. Olmasın dedikçe oluyor bir şeyler etrafımızda, gece oluyor illa ki mesela. Yağmurun yağmasını isterken yağmıyor ya da. Biri arkandan seslensin istedikçe yürüyüp gidiyorsun bebek adımlarınla. Bir şeyler ya hep yanlış ya hep eksik. Belki de eksiklikleri zaten onları yanlış yapan. Bir şeyler de hep fazla ya da hep çok doğru, seni rahatsız eder boyutta. Bitip tükenmeyen nefretler var etrafında, kinler, öfkeler, kavgalar... Sevgiler azalıyor, sevmek insana yakışmıyor herhalde ya da insan sevgiyi hak etmiyor olmalı ki sevgiler insanların elinde unufak oluyor. Gözler illa ki doluyor, o gözyaşları insanın kendisine verdiği milyonlarca söze rağmen iradeye karşı çıkıyor ve yer çekimine karşı koyamıyor. Gözdeki siyah kalem de yine yeniden bulaşıyor göz altlarına, yanaklara; insanın dudağı siyah oluyor, ağızdan çıkan sözler soluklaşıyor, canlılığını yitirip karanın karanlığında duyulmaz oluyor. Ve bu tekrarlar döngüsünde biri hep bekleniyor, ama o beklenen gelmiyor, "sen tam olasın diye" Yalnızlığın sözümona saygınlığında kaybediyorsun kendini, itibar kazandığını sanarken gözün hep uzaklara bakıyor. Ne yalnızlık senfonisindeki notalar birbirine uyuyor, ne de sen zaten başarılı bir senfoni yazma peşindesin. Sen şarkı söylemek istiyorsun, güneşli bir günde gökyüzünü izlerken. Bir yandan da gece yıldızlara dokunmak, bir insanın yüreğine ellemek... Bir parça da olsa ısınabilme arzusu var ürkek nefesinde, teninde.


Sen karanfile eğilimlisin, alıp sana veriyorum işte 
Sen de bir başkasına veriyorsun daha güzel 
O başkası yok mu bir yanındakine veriyor 
Derken karanfil elden ele.

11 Aralık 2012 Salı

Haber maratonu...

4 gündür evdeyim; yani 4 gündür istediğim haberleri internetten takip etmek yerine televizyondan izliyorum. Tanrım, çok korkunç gerçekten. Bir kadın Gaziosmanpaşa'da polisi öldürüyor. Polisler karakolda insanları dövüyorlar, öldüresiye. Sonra bu dövülen insanlar hastanenin acil servisini basıp polislerden öçlerini yine onları öldüresiye döverek alıyorlar. "Bağımsız" olması beklenen denetçilerin hepsi hükümet taraftarı, sempatizanı, destekçisi olduğundan yemin töreninde CHP'li vekiller salonu terk ediyor.Yıl sonu bütçe görüşmelerinde yine herkes -halkın temsilcileri olduklarına inandığım vekiller- birbirlerine bağırıyorlar. İstanbul trafiği dayanılmaz boyutlara ulaşmış. Taksim'deki tüm değerler birer birer AVM olmak üzere restore (!) ediliyor. Her gün tek ihtiyacımız buymuş gibi İstanbul'un meydanları camilerle dolduruluyor. Son 4 yıldaki kayıp çocuk sayısı 27 binlerde. Türkiye, 49 tane gazeteciyi senelerdir içerde tutarak düşünce özgürlüğüne ne kadar önem verdiğini, demokrasinin nasıl yaşamlarımızda önemli bir paya sahip olduğunu göstermiş oluyor. Engelli basketbol maçında çıkan kavgada yer yerinden oynuyor. Yok lütfen yine sınav dönemim olsun ve ben bu gündemden uzak kalayım, lütfen. Sınav döneminde en azından gündemi takip etmemek için, sınava çalışmak iyi bir bahane oluyor.

10 Aralık 2012 Pazartesi

Ben de bi' yalnızlık tanımı yaptım işte.

Yalnızlık yanında kimse yokken hissettiğin bir duygu değil bence; yalnızlık dediğinde sağın solun hep insanla dolu olacak -en yakınların sandıkların, en yakınlarım dediklerin, senden bir parça olanlar-ve sonra sen sebepsiz bir hiçlik hissedeceksin; yanında kimse yokmuş gibi bir duygu bu. Konuşsan da duyulmayacak sesin, uzattığın ellerin havanın soğuğunu yaşayacak en derinden ve içine hapsedildiğin cam fanustaki saatin tiktaklarına uyacak kalp atışların... Yalnızlık böyle bir şey ve tek basına olmaktan daha fena bu kalabalıktaki yalnızlık...

21 Kasım 2012 Çarşamba

Psikiyatrik bozukluk tanısı koymadan önce diğer tüm organik sebepleri ekarte etmemiz gerekiyormuş.

Vallahi ben kendim bizzat okuduğum her yeni bozuklukta kendimi bulabiliyorum. Bunun da bir adı var mı acaba tıpta? :)

24 Ekim 2012 Çarşamba

İstanbul'da bir gün nasıl geçirilir?

Tatil gününe yakışan geçlikte bir saatte, 10-11 gibi Cihangir'e gidilir. Öyle bir havadır ki seçilen ne yakıcı bir güneş vardır, ne de buz gibi sizi hasta eder diye korkacağınız bir soğuk. Ekim çok güzel bir aydır; serin güneşli bir Ekim günü.

Cihangir'de Kahve 6'da sokağa bakan sempatik bir masaya oturulur. Arada kalkıp içerilere göz atılır, permakültürle ilgili kitaplara göz atılır, iç dekorasyondaki yeşil renge ve mekanda çalınan müziklere aşık olunur. İlla ki Hint çayı içilir, sütlüdür kendisi. Az biraz da bal eklenir.

Sonra Masumiyet Müzesi tabelalarını takip ederek giderken görülen turşucudan turşu suyu içilmelidir. (Dönüşte içeriz derseniz benim gibi hiçbir zaman içemezsiniz, çünkü mükemmel başlayan gün mükemmel bitmeyebilir çoğu zaman.)

Sessiz sedasız, kitap elde, bazı bölümleri tekrar okurken gezilir müze. Dışarı çıkınca fotoğraf çekilir, antikacıların her birinin içerisine meraklı bakışlar atılarak Tophane'ye doğru yürümeye başlanır.

Kabataş'a doğru turist titizliğinde fotoğraf çekerek ilerlenir, dikkatlice insanlar ve İstanbul hayatı gözlenir.

22E'ye binilerek Emirgan'a doğru hareket edilir.

Otobüsün sağ kısmında öyle bir yer seçilir ki, hep Boğaz'a bakılır. Yağmur yağar bir anda ve kocaman gülümsenir.

Sabancı Müzesi'nde inildikten sonra sadece bir galeride olan sevgili empresyonist Monet'nin sergisi gezilir. Hep fotoğraf çekilir. Entel yorumlar yapılır sergilere dair ve yağan yağmur altında Arnavutköy'e yürümeye başlanır.

Yolun bir kısmında açlık her şeyin önüne geçince içinde para olmayan İstanbulKartlara inat bir otobüse atlanır ve Adem Baba'da kalamarın, hamsinin, tekirin, yeşil salatanın ve sonrasında gelen orta kahvelerin tadıyla tüm yorgunluk unutulur. Hayata bir kez daha gülümsenir.

Ve Bebek Taps'e doğru fotoğraf çeke çeke geri yürünür. Taps yapımı tüm biralar denenip koyulaşan muhabbette kilit bir noktaya gelindiğindeyse -ki bu aksam 10-11 gibidir- yağan yağmurun şiddeti umursanmayıp mekandan çıkılır. Yürünür. Taksiye binilir. Taksiden inilir. Umumi bir WC bulunur. Yürünür. Daha da yürünür. Ortaköy'e kadar yağmurdan sırılsıklam tek başına yürünür. Yağmur hep yağar, hiç durmayacakmışçasına yanaklarından akar... Eller öne uzatılıp tekrar gülümsenir. 

İstanbul'da olmak güzeldir.


20 Ekim 2012 Cumartesi

Eylül toparlandı gitti iste/ Ekim falan da gider bu gidişle

Aylardan sonra yeniden hayata dair planlar yapmaya başlamanın, hayaller kurabilmenin, hayatı yeniden yasamaya başlamış gibi hissedebilmenin şerefine gelsin dün aksam Göztepe'den Karşıyaka'ya bakıp çıplak ayaklarım ve upuzun elbisemle ışıklarını selamladığım geceye eşlik eden bu güzel şarkı: Fatih Erkoc - Ayakların Çıplak

Gel otur karşıma 
Öyle durma ayakta 
Gel otur anlat bana 
Neden elin dudağında 
Bak yukardan bir ışık 
Sana doğru akıyor 
Ve karanlık gözlerin 
Apaydınlık oluyor 

Ayakların çıplak 
Aklımda kuytular 
Bir elin dudağında 
Kalbimde sancılar 


Fatih Erkoç'un da canlı performansını bir gün seyredebilirim umarım :)

3 Eylül 2012 Pazartesi

"'Tanrı beni unuttu' ne demek? 'Kendi kendimden sıkılmaya başladım,' ne demek? 'Ben aranızda fazlalıktan başka neyim,' ne demek? 'Her sabah aciyla uyanıp her aksam aciyla yatıyorum...' nedir bu sözlerin anlamı? Hasta degildi, günden güne eriyip küçülüyordu. Ölümüne hiçbir neden yoktu, öyle mi diyeceğiz yine de?" (Bir Hanımefendinin Ölümü, Peride Celal) (s.77)

1 Eylül 2012 Cumartesi

Elde var hüzün…



Bir çift siyah ayakkabı yaslanmış dış kapının yanındaki duvara. Ölüm açıklığında bir kapı, dudaklarda fısıltılı dualara karışan iç çekmeler, boğuk ağlaşmalar.

Atılan ilk toprak ve sonrasında dört tane kürekle, birbiri ardına eğik dizilmiş tahtaların üzerine dökülen toprağın dumanında göz gözü görmüyor bir anda. Tozdan olsa gerek gözler yaşarıyor bir anda. Bir insan babasının yan yatmış, beyaz kefenli vücudunu göre göre nasıl toprak döker, sonra beş litrelik bir su şisesindeki suyu nasıl yavaşça, eli titrercesine öz suyuymuşçasına toprağın üzerinde gezdirir, gezdirebilir ki?

Tanınmayarak karıştığım insanların elime tutuşturdukları tesbihle ne yapacağımı pek bilemedim. Her gün evinde bana bakan ‘hala’nın ellerini öpmeyi erteleyip durdum. ‘Abla’maysa zaten sadece uzaktan baktım. Ama hep baktım. Ruhsuz, duygusuz bakışlarımla destek olmaya çalıştım. Yere yığılacak gibiyken O, gözlerime toz kaçtı. O’nun çocuğuysa hep kucağımdaydı. Yere düşüp de kafasının mermer cami zeminine değerken çıkardığı o sesle beynim döndü. Bir şey olmaz, ovuşturun geçer diyenlere inat annemle çocuğu uzaklaştırıp kafasına soğuk su tuttum. Evet, bir türlü kendisine bir şey diyemediğim, boğazım düğümlenecek korkusuyla ağzımı açıp da, “Başınız sağolsun” diyemediğim ‘abla’mın çocuğunu sahiplenerek minnet gösteriyordum. Sığ insan bakış açısıyla, “vicdanımı rahatlatıyordum.”

Titredi bacaklarım yeşillerle kaplı o arabayı görünce. Alelacele başıma bağladığım tülbentle kaparken yüzümü ne yapacağımı düşündüm. Yani aslında benim ne yapacağım değil galiba, o insanların bundan sonra ne yapacaklarını düşündüm. Sınırlı bir dünyada, zaten uzun süredir hastalıktan sesini kaybetmiş babalarını şu an toprağın altında bırakıp eve nasıl döneceklerdi? Dönseler de bu dönmek oluyor mu? Peki, ya ‘hala’m?

İnsanlar ölünün yüzüne bakmak için seferber olmuşken, caminin merdivenlerinde dondum kaldım. Ben ‘dede’mi en son bayramda bana sarıldığı şekliyle hatırlamak istiyordum ki. Uzun zamandan sonra kendisini gördüm. O, beni gördü. Çok sevdi, kısık sesiyle hal hatır sorduk birbirimize. Sonra bitti. Ama işte o zaman bitmemişti. Gitmesek de, görmesek de o köy bizimdir ya işte, gitti diyene kadar gerçekten gitmez kimse. Bitti diyene kadar da bitmez kimsenin hikayesi. El fatiha denildiğinde, herkesin ellerini göğe kaldırıp yakarırcasına ölen için değil de kendi sıhhatleri, kendi iyilikleri, kendi olası-kabir azaplarını azaltmak için dua okuduklarını görünce anlarsın işte, bir devir toprağın altındaki için bitmiştir.

-Cansu?
-Dedişko?
-Ben öldüm.

* Evet, dedişko! Sen tutunamayandın hayata. Tutunamamış olan, bir şekilde tutundurulmayan ama iyi insandın, kimseye bir zararın da yoktu öyle. Ben her gün seni gördüm evinde okula başlamadan önce. Sonra bir daha ben de kendimce hayata tutundum diye; koptum işte senden, ondan, bundan. Kim ne derse desin, umarım mekanın cennet olur!..

29 Ağustos 2012 Çarşamba

"Hayatımın en mutlu aniymis, bilmiyordum."

"Herkes bilsin, çok mutlu bir hayat yasadım." cumlesiyle bitti Masumiyet Müzesi.
Eşyaların bir ruhu olduguna inanıyorum ben de. Elimde olan milyonlarca küçük, ıvır zıvır diye tabir edilebilecek seylere baktıkca gözümün önünde sahneler canlanıyor benim de. Okurken nasıl anlamsız bulduysam 8 sene boyunca, çok sevdiği kizi SADECE görebilmek, kokusunu duyabilmek, gülüşünü takip edip onun dokunduğu tuzluga dokunabilmek için O'nun evine yemeğe giden zihniyeti, kitabın bitiris cümlesinin beni haksız çıkardığını hissediyorum. Herkes hırslı ve kendisini merkeze koyduğu bir hayatı secmeyebilir ve eğer "oyle" mutlu oluyorsa insan baskalarını umursamadan "oyle" yasamaya devam etmelidir.

24 Ağustos 2012 Cuma

 ‘Palimpsest’, daha önce bir şeyler yazılmış bir kağıdı silerek üzerine yeni bir şey yazmaktır

19 Ağustos 2012 Pazar

karşı masadan yolladılar...

Yeşilçam filmlerinin klişelemiş bu sözlerini duymak bana da nasip oldu sonunda. Elinde önce kuruyemiş ve meyve tabağı, sonra da içkilerle gözüktü garson ve "X Bey'den" dedi. Nuri Alço'nun ilaçlı gazoz verdiği kızlar gibi hissetmedim değil. Ay bana bişiler oluyor!.. :)

7 Ağustos 2012 Salı

Ağustos ayı planı.

Yaz başından beri günü gününe yazılamayan her şeyden bu ayın sonuna kadar bahsedeceğim, işte bu da check-list'im olsun:

* Re-Rite Ses ve Enstalasyon Gösterisi - İzmir
* Rembrandt ve Çağdaşları Sergisi - SSM/ İstanbul
* Goya: Zamanın Tanığı Sergisi - Pera Müzesi
* Nouvelle Vague
* Lars Danielsson
* Kronotrop <3

Sonra bir de neden adımın Julia olduğunu yazıcam, 2 senedir bir türlü bahsedemedim bundan da.

Ağustos ayının ilk haftası geçmişken onu bu planlarla selamladım böylece.

Eylül'ün serinliğini bekliyorum burada. Ama aynı zamanda beklemiyorum da. Elimde kitabımla rahatsız edilmeden saatlerce okumak gerçekten çok keyifli çünkü.

23 Temmuz 2012 Pazartesi

olmak ya da olmamak: gülümse orta yerde



Doğum günümde ellerinde içi ayraç ve başka bir sürü şeyle dolu, dışı üçümüzün fotoğraflarıyla süslü koooskocaman bir kutuyla evimin önüne gelip beni alıp uzaklara götüren iki mükemmel insan... Pastamın üzerine bir de, "olmak ya da olmamak: gülümse orta yerde" yazdırmışlar ki... Teşekkür ederim datlılarım, sizi çok seviyorum :)

9 Temmuz 2012 Pazartesi

dönüp dururken bir topaç...



Arabanın kapısı açılır açılmaz bir telefon düşüverir yere. Çapraz köşeleri birbiri ardına değerken asfalt yola içinde bir şeyler cız eder. Köşelerden koparken minik parçalar, telefonun kenarları sıyrılırken benliğinden bir şeyler bırakıverir O da kenarda. Uzun zamandır sıkıntıdan dolan ruhu patlamaya artık hazırdır.
Somut şeylerin soyutluklara eş zamanlı gerçekleştiğini fark etmek o kadar acı bir tesadüftür ki bazen... Biri başladı mı diğeri de onu takip ediverir. "Sinekler üşüşür durmaksızın" *evet, foolonthehill bu senin benzetmen* Birine salladıkça elini, diğeri gelir bulur seni. Rahat edemezsin bir türlü. Bomboş bir yastığa bakar durursun kimi zaman, ya da dolabı kendine siper edersin iç dünyandaki savaşta. Kural tanımaz ya savaş, sen de kaçak oynama telaşında gizlene gizlene kurtulacağın düşlerinde kendini kaybededururken bir de bakmışsın çıplak kalıvermişsin meydanın ortasında, tek başına herkese karşı. Herkes heybetli sen'in zaten başardığını düşünürken ve herkes kendi hayatında süzülürken, bakınırsın etrafına biri gelir umuduyla. Sadece biri değil, birileridir aslında aradığın. Hep aynılıklar tatmin etmez ya insanı, sen de öyle bir açgözlülükle birden çok kişinin özlemiyle savrulursun bir oraya bir oraya. Birden çok, bir şeyleri farklılaştıracak birden çok, birden çok birbiri gibi olmayan birileri işte,öyle... Sonra bir anda aslında yanındakileri sezersin görünmezlik pelerinlerinin altında. Tabi uzun zamandır takılmadıklarının, aynı Platon'un Mağara Allegorisi'ndeki gibi sahte bir gerçeklikte seni yaşattıklarının ve bu sahteliğin senin gerçekliğin olduğunu fark etmenle boğazını sıkmaya başlayan sigaranın dumanında kör olursun. Tek yolun buradan kaçıp kurtulmak olduğunu düşlerken ve çevirip durduğun bu topacın senin hayatın olduğunu anlatmaya çabalarken kendine, miniminnacık bir umuttur seni hâlâ yaşamda tutan: topaç durduğunda tüm döngünün duracağı ve her şeyin eski, sahte ama üç-maymunu-oynayan-senin-içinde-yaşadığın-mutluluk-düzlemine döneceği düşüncesidir. Ve derken, kafan sislerin arasında yönünü kaybetmişken, time to pretend diye mırıldanmanın an'ın en gerçek sözü olduğunun farkına varırsın. Ve topaç döner durur öylece, olduğu yerde...

2 Temmuz 2012 Pazartesi

naftalin kokusu, yıllanmışlığın kokusudur benim için. çocukluğumun kokusu biraz da.
dolapta, kışlık kazakların arasından gelir bu koku genelde.
ya da bu sefer olduğu gibi uzun süre giyilmemiş bir pijamadan.
sene 91 diye başlayasım var şu an, doğumdan itibaren tüm yirmi bir senenin fotoğraf albümlerini gün ışığına çıkarasım var.

fotoğrafları naftalin kokusundan kurtarıp anıların tozunu silkelesem fena mı olur yani?..

20 Haziran 2012 Çarşamba

Hayatımın en güzel gün batımlarından birini dün 20.30'da Üçkuyular'dan Bostanlı'ya giden bir İzmir vapurunda izledim. Güneş batarken ardında tepelerin *Teletabiler'e selam yolluyoruz bu noktada* kıpkırmızı bir gökyüzü vardı karşıda. Salınarak ilerleyen bir vapurda suların yavaşça çıkardığı şıpırtılara eşlik ediyordu bu kızıl-turuncu-sarı karması.

Sonra birden bir gemi ufka paralel yanımızdan geçti. Ardından suyun üzerine beyaz bir çizgi çekti. Yarım saatlik vapur yolculuğunda yönümüzü tayin eden de bu hiç kaybolmayan çizgiydi. O an fark ettim ki, deniz eşitlik demek. Karada olduğu gibi sınırlar koymuyor insana. Tamam, kıta sahanlığı gibi düzeni (!) korumaya (!) *evet, bir ünlem de buna lazım.* yarayan politik sınırlar var ama bu istersem eğer benim kendimi suya bırakıp sürüklenmemi hiçbir şekilde engelleyemez. *Yani en azından dün böyle hissettim ben.* Sular birbirine karışırken, alttan üstten sürekli bir yer değişimi olurken sınır denilen şey nasıl varlığını sürdürebilir ki zaten?

Sonsuz özgürlük vaadediyor sular. Arada kendine çağırıyor ve aynı Orhan Veli şiirindeki kız gibi süzülerek sulara karışasım geliyor benim de.
*İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı;
Kuşlar geçiyor, derken;
Yükseklerden, sürü sürü, çığlık çığlık.
Ağlar çekiliyor dalyanlarda;
Bir kadının suya değiyor ayakları;
İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı.*
Derken sıcağa çalan ılık ve samimi bir Esmira gecesinde haykırıyor Genco Erkal, Ben Bertolt Brecht oyununda: "Önce ekmek, sonra ahlak!"*İnsan Neyle Yaşar? - Bertolt Brecht* Tülay Günal -ki kendisi hem sesi hem de oyunculuğuyla mükemmeldi- çocuk oluyor ve bir anda soruveriyor: Eğer köpekbalıkları insan olsalardı, küçük balıkları yemezler miydi? ve Genco Erkal, insan olan köpekbalıklarını ve su altında olacakları anlatıyor bir bir: Önce sandıklar, sandıkların içinde her çeşit yem olurdu (!) Büyük küçük balıklardan bir komutan seçilirdi ki düzen sağlansın (!) ... Sonra dua etmeye başlarlardı - bir toplumda bu değerlerin olması çok mühim sonuçta (!)
Bir yerde de, "Bilin: Halkın ekmeğidir adalet!" *Halkın Ekmeği - Bertolt Brecht* diye söze giriyor Genco Erkal ve devam ediyor: "Ekmek her gün nasıl gerekliyse nasıl, adalet de gerekli her gün, hem o, günde birçok kez gerekli."
Sömürü düzeni, bozuk adalet sistemi, savaşlar, kadının toplumdaki yeri... Hepsi hakkında söyleyecek bir şeyleri var Brecht'in. Ben O'nu sadece babamın bana sahaflardan aldığı, "Aşk Şiirleri" kitabından tanıyordum. Meğerse bilmediğim neler varmış Brecht'e dair...
Ve sona yaklaşırken oyun bu iki muhteşem şahsiyet o meşhur Enternasyonal'i seyircinin de katılımıyla beraber söyleyerek gönülleri bir kez daha fethederlerken acaba farkındalar mı ki hayatıma öylece dokunup geçivermekten ziyade kendilerini hayatımın parçası yapıyorlar?..

6 Haziran 2012 Çarşamba

Gündeme dair iç dökmece - Evet, Benim Bedenim; Benim Kararım. -



Bir internet sitesinde; Liberal çevreler kadar sol-sosyalist, Kemalist ve Kürtçü çevrelerin de sözde kadını özgürleştirmek için kullandığı çerçeve sloganları olan “Beden benim; istediğimi yaparım. Çocuk benim değil mi, ister doğururum ister aldırırım, kimsenin namusu değiliz” sloganları… kadınları namus, iffet, sadakat ve aile anlayışından koparmayı hedeflediği çok açık,
Kürtajı masumlaştıranların önemli bir kesimi; örtüyü, namazı, orucu ve diğer ibadetleri çirkin ve zararlı göstermek, hatta yasaklamak için canla başla mücadele etmişlerdi. Başörtüsü yasağını hukukî kılıflar uydurarak meşrulaştıranlar, kürtaja bilimsel kılıflar uydurarak, meşrulaştırmaya çalışıyorlar,
…Tarihte kürtajı politik bir nüfus planlaması olarak kullanan ilk kişinin Firavun olduğunu, Hz. Musa’nın da kürtajdan kurtulmuş bir çocuk olduğunu ifade etti,
Kürtaj, henüz doğmamış bir insanın hayattan kazınması ise; canlı bir varlığın hayatı ya da ölümü hakkında nasıl karar vereceğiz?” sözlerini okuduğumdan beri düşünüyorum. Aynı zamanda altta, “Kürtaj serbest bırakılsın diyen arkadaşıma” diye başlayıp, “ben de senin ananı, kız kardeşini, karını yapsam bir şey demezsin herhalde. Nasılsa onun malı, onun kararı” diye tamamlanan yorum da kafamdan gitmek bilmiyor bir türlü.

Sonra aklıma Mardin’de, 13 yaşındaki N.Ç’nin 26 kişi tarafında tecavüze uğradığı geliyor. Tecavüzde bulunanların spektrumu askerinden memuruna, esnafından, ensesi kalın kamu görevlilerine kadar geniş olduğundan hemen bir hukuki kılıf uydurulmuştu: KENDİ RIZASIYLA… Bu N.Ç evlenmek istese muvaffakatname istemeyecekler miydi? Bu N.Ç. okulu bırakmak istese devlet baba(!) ona bir şey sormayacaktı, rızası olup olmadığına bakmayacaktı bile. Oy bile kullanamazdı ki N.Ç. 13 yaşında. Işte bu N.Ç. ama her nasılsa, 26 kişinin hepsine birden TAMAM diyor. Toplumda en çok tabu görülen konuyu kulak ardı ediyor, ileride gerdek gecesinde kan gelmezse baba evine gönderileceği korkusunu filan da göz ardı edip anlık hazzın çekiciliğine kendisini kaptırıveriyor, öyle mi? Hem de 26 kişiyle birlikte…

Ve Bartın’da 15 yaşındaki Ç.K.
Yapılan tespit ve toplanan delillere göre; mağdure Ç.K.’nın zekâ düzeyinin yeterince gelişmemiş olduğu, ailevi problemlerinin bulunduğu, anne ve babasının ayrılması neticesi psikolojik sorunlar yaşadığı, düştüğü bu durum neticesi bir çoğu rızaya dayalı ilişkiler yaşadığı, bunlardan birinin (halk arasında anlaşıldığı şekilde) tecavüz niteliğinde gerçekleştiği, diğerlerinin ise cinsel istismar ve cinsel taciz mahiyetinde olduğu, soruşturmanın halen devam ettiği, mağdurenin bu aşamada koruma altına alındığı anlaşılmıştır.” Zekâ düzeyi yeterince gelişmemiş bir kız nasıl olur da, KENDİ RIZASIYLA biriyle cinsel ilişkiye girebilir ki?..

Kız kısmının” hor görüldüğü böyle bir zihniyet altında bir de çıkıp kürtaj cinayettir diyorlar. Ortalama eğitim seviyesinin 3. sınıfla sınırlı kaldığı bu ülkede, 21. yüzyılda bile sürekli olarak, “Haydi kızlar okula!” diye kampanyaların yapıldığı bu ülkede, çocuk gelinlerin sayısının bile tam olarak bilinemediği bu ülkede, ortamda bir sessizlik olmasını kız cocuk doğmasına bağlayan –ve erkek çocuk doğmuş olsa duyulacak sevinç çığlıklarının yerini yasın hüzünlü sessizliğine bırakan kız çocuğunun varlığının bile utanç kaynağı olduğu- bu ülkede, acaba doğum kontrol yöntemleri gelişmiş de mi siz kürtaj hakkını elinden almaya çalışıyorsunuz kızlarımızın? Ne yapsın N.Çler, Ç.Kler ve diğerleri; Allah’tan geldi, bu adam bana tecavüz etti ama BENİM çocuğum mu desinler? Diyebilirler mi? Burada ne inancı sorguluyorum ne de sorgulamak istiyorum zaten ama kusura bakmayın da, bir adam geliyor, bana tecavüz ediyor, sonra bir bakıyorum ki hamile kalmışım ve o çocuk Allah tarafından bana yollanmış oluyor. Yok böyle bir şey. En basitinden, o adam gelmeseydi, spermle yumurtanın buluşması olmasaydı Allah da bana o çocuğu yollamayacaktı. Bunu düşünmek için engin tıp bilgilerine sahip olmak da gerekmiyor işin esası. Sadece biraz akl-ı selim bir düşünce anlayışında, tarafsız bir şekilde ve empati kurabilir bir şekilde olaylara yaklaşmak lazım. Acaba o N.Ç. benim kız kardeşim olsaydı? Benim eşim olsaydı? Benim annem olsaydı ve ben KENDİ RIZASIYLA kendisini 26 erkeğe teslim eden N.Ç.nin çocuğu olsaydım? sorularını sorsak bile yeterli olayın özünü kavramamıza.

Birçok ünlü kozmetik markasının her gün binlerce hayvan üzerinde kendi kozmetik ürünlerini test edip onları öldürdüğünü biliyoruz, değil mi? Yine her gün dünya üzerinde milyonlarca insan –genç, yaşlı, kadın, erkek, çocuk fark etmez- dünya servetinin eşit paylaşılmaması yüzünden ölüyor. Dünyayı bırakıp daha yakın çevreye bakarsak, yöneticiler gemiciklerde(!) gezip çocuklarına en lüks yerlerde düğünler yapıp gösteriş içinde hayatlarına devam ederken – ve tabii ki hâlâ elhamdülillah Müslüman olduklarını ağızlarından düşürmezlerken- benim alt sınıftaki insanım o akşam kuru ekmeğinin yanına bir parça peynir de bulabilir mi acaba diye soruyor birbirine – ve tabii ki o da hâlâ elhamdülillah Müslümanım diyor ki belki Yüce Tanrı elini onların da omuzlarına koyar diye-  Yine her gün onlarca kızımız töre cinayetlerine kurban gidiyor. – sadece bizim ülkemizin kızları da değil, Barış Gelinleri’nden Pippa Bacca da 2009’da yine bu ülkede tecavüzle öldürülmüştü, hatırlatırım.-

Tüm bu ölümlerin yanında biz oturmuş, 10 tane canlı hücrenin kadının bedeninden sökülüp alınmasını “cinayet” olarak yorumluyorsak eğer ve toplumun vicdanını da mantığını da bu şekilde sorgulatıp gündemi meşgul edebiliyorsak ben bunun altında art niyet ararım. 30 yıl önce kürtajın serbest olabilirliğini duyuran Diyanet İşleri Başkanlığı’nın, sene 2012’de tam da bu tartışmaların üzerine çıkıp, kürtaj dinen uygun değildir demesini de ikiyüzlülük olarak yorumlarım. Eğer Kuran-ı Kerim’in indirilmesi seneler seneler önce bittiyse –ki İslam inancına göre bu böyledir- nasıl oluyor da Tanrı’nın buyrukları 30 sene içinde şekil değiştiriveriyor?

Kanada’da okuyan bir arkadaşım ülkesinin çok uzak olduğunu yazmış. Gerçek anlamında kendisine kilometrelerce uzak bir ülkesi var onun, evet. Peki ya, biz içerisinde yaşarken artık hissedemediğimiz aidiyet duygusuna ne demeli?

Düşünüp duruyorum sürekli. Ülkemin belediye başkanı çıkıp, “Kadın tecavüze uğradıysa, kendisini öldürüversin. Çocuğun ne günahı var? Devlet ona bakar.” diyebiliyor ve bunu dedikten birkaç gün sonra bir grup kadın çıkıp ona, “Bizi ne de güzel savundunuz.” diyip plaket verebiliyor. Kimse o kadına mahalle arasında orospu – özür dilerim ama böyle maalesef- gözüyle bakıldığını, ileride de doğacak o çocuğa piç diyeceklerini ve tüm bunlar olurken buna sebep olan adamın ellerini kollarını sallayıp hayatına devam edeceğini dile getirmiyor.

 Bana küçüklüğümden beri anlatılan İslamiyet bu değildi ama. Kadınlar dine göre bu kadar aşağılık değillerdi. Yüzlerine tükürüldüğünde, yarabbi şükür demiyorlardı. Bir yanaklarına tokat atıldığında, “O benim evimin direği” diyerek diğer yanaklarını çevirmiyorlardı. Ya da tüm bunlar oluyordu ve ben ütopik bir boyutta hayatımı sürdürüyordum. Bilmiyorum. Artık bilmek de istemiyorum ki zaten.

27 Mayıs 2012 Pazar

Hafif serin bir bahar akşamında tüller pencereden içeri uçuşuyor.
Senenin (umarım!) son olacak sınavına son 5 gün.
Koyu bir kahve. Bilgisayardan gelen flüt ezgileri. Çilekli-yoğurtlu-çikolata.
Ve artık derse dönme zamanı.

6 Mayıs 2012 Pazar

bahar geçmek üzereyken kendi içimde bir bahar temizliği yaptım ben de.


Git-gel’lerle (hayır, yanlış yazmadım. gel-git değil.) geçen son iki hafta içimde biriken sözcükleri dışarı vurma fırsatı bulamadım bir türlü. Defterimi ve lamy’mi minicik dolabımdan her çıkarttığımda gözüm saate takıldı. Kendimi uykumun geldiğine inandırıp, yastığımın altında defterim ve kalemimle uykuya daldım. Zihnime hücum eden düşünceleri, daha çok da duyguları ilk geldikleri gibi paylaşırsam tüm insanlara rest çekmiş olurum gibi hissettim tabii ara sıra. Önce kendi içimde bir şeyler yerli yerine oturmalıydı ve ben ondan sonra bir şey yazacaksam yazmalıydım.

Kasırgalarda ortaya çıkan hortumlar gibi hissettim kendimi bir ara. Kendimden uzaklaşmaya çalıştıkça o girdabın içine fütursuzca çekilen bir ben vardı yani sahnede. Evimdeydim, tatildeydim, canım nereyi isterse oraya gidebilme ve dilediğini yapabilme özgürlüğündeydim ama eksikti bu yaptıklarım. Sürekli kendi içimde sorular sorup cevaplar aradım. Cevaplardan yeni sorular türedi sonra. Onları cevaplamaya çalışırken kendimi ne kadar yıprattığımı göz ardı ettim. Ama neyse, git-tim gel-dim git-tim gel-dim ve şimdilik tekrar buradayım, şimdiki zamanın içinde, ne geçmiş düşlerinde ne gelecek planlarında sadece şimdi’de.

Bu süreçte en çok kafamı kurcalayan samimiyet ve değer kavramları oldu. Çok değer verdiği kişilerden aynı şekilde karşılık göremiyorsa insan kendisini değersiz hissetmesi normal midir? Bir hayatta karşındakini yok saymak ve/veya karşındaki tarafından yok sayılmak kadar insanı yıpratan bir şey var mıdır? Çevrenizdeki herkes gerçekten samimi mi yoksa samimiyet adı altında arkanızdan konuştuklarını duyduğunuzu bilmiyorlar mı? Arkasından tonlarca laf ettiğin insanın yüzüne bakıp sırıtmak bu kadar kolay mı ya da hayat, politik olup herkesle iyi(!) geçinenlerin var olduğu ikiyüzlü bir saçmalık mı?.. Ve daha fazla sorunun varlığıyla sürekli bunalım takıldığım günler birazcık da olsa geride kaldı. Düşünsem düşünürüm ama melankolinin benim tarzım olmadığını ve birkaç iyi söz duyunca ağlayacak kadar sinirlerimin bozuk olmasının bana hiç de iyi gelmediğini fark etmemle, zihnimde uçuşan tozları halının altına süpürmeye ve halının üstüne bastığımda bir şey hissetmediğim müddetçe de bu tozların varlığını yok saymaya karar verdim.

Ve yok saymak demişken, bir gece dışarı çıktığınızda mekanın tam ortasında gözlerinizi kapatıp alelade, düzensiz ve anlamı olmayan şekillerde hoplayın, zıplayın, müziğin ritmiyle saçlarınızı savurun. Mü-kem-mel bir duygu! Arada bakışların, “bu deli de nereden çıktı?” şeklinde değiştiğini fark etmek de çok komik, sonuçta kim deli nereden bilebiliriz ki? Belki de deli dediklerimizdir aslında normal olanlar…

Dün de 37 km bisiklet sürdük 20 kişi. Şu an tuber ischiadicum’lar –ki bu oturduğunuzda yerle temas eden kemik bölümleri oluyor- sızlıyor hafif hafif ama olsun. Kalbin Senin Ellerinde! Projesinin Dokuz Eylül’deki etkinlikler silsilesinin ilk basamağıydı bu. Tabi, İzmir’deki yapılacaklar listesinde silinen maddeler arasına da girmiş oldu bisikletle Küçükyalı’dan Konak’a, Konak’tan vapurla Bostanlı’ya, Bostanlı’dan da Sasalı Doğal Yaşam Parkı’na gitmek…

Dün aynı zamanda Hıdrellez-miş. Hemen güllerimizi aldık tabi, eksik kalır mıyız? Gerçi çok yorgun olduğum için daha tam dileklerimi yazamadım güllere. Gülleri de ne toprağa gömebildim ne de denize bırakabildim ama sahildeki kalabalık heyecanlandırdı beni de. Güllerimi de paylaştım hem yurttaki görevli ablalarla, benimkiyse hâlâ masada duruyor, bakalım bugün yarın ilgileneceğim kendisiyle. Bir de yurtta kalıyor olmanın en güzel yanının, İzmirli hayırseverlerin yurda yakın yerlerde döktürdükleri lokmalardan bizim de nasiplenmemiz olduğunu bir kez daha fark ettim.

Bu kadar uzun blog yazısı olmaz aslında ya son bir şey daha eklemeden bitirmeyeyim, Tıp Öğrencileri Birliği’nin (TurkMSIC) Doğu Anadolu Sağlık Turnesi’ne seçilmişim. Perşembe günü İzmir’den kalkacak uçağım beni Diyarbakır semalarına doğru sürükleyecek. Seneler önce Gaziantep’le başlayan Doğu serüvenim Diyarbakır, Mardin ve Hasankeyf’le sürecek. Gaziantep’te bayılarak gezdiğim bu bölgeye bu sefer beyaz önlüğümle gidecek olmak çok heyecanlandırıyor beni. İzlenimlerimi de paylaşırım artık.

Şimdi de hazırlanıp Alsancak’a gitme vakti… Bugün Boyoz Festivali var İzmir’de, umarım boyoz-yumurta-çay üçlüsünden bize de kalır. Çok acıktım.

18 Nisan 2012 Çarşamba


Yorum bile yapmak anlamsız geliyor şu an.

Biz bu insanlar için mi okuyoruz?
Ben İstanbul'da kalabilecekken, tıp ideali uğruna bu insanlar için mi şehir değiştirdim?
Herkes gezip tozarken 6 haftada bir günde en az 5 saat çalışmamı gerektirecek sınavların stresini ben bu insanlar için mi çekiyorum?

Çok yazık.

16 Mart 2012 Cuma

Ataol Behramoğlu, sen sadece şiir yaz, tamam mı?

Dün okula geldin, bir heves konferans salonunda aldık yerlerimizi.
Aydın sorumluluğu, dedin.
Vicdani sorumluluk, dedin.
Ülke, karanlıklara boğulacak,dedin.

Ya sonra?
Bu popülist söylemlerin son bulacak diye bekledim.
Belki, sadece söylenmez, neler yapılacağına dair birkaç öneride bulunur bizlere, dedim.
Oturmaya devam ettikçe ben, sen yolda karşıma çıkmış, şöyle böyle konuşan insanlar gibi oldun.
Belki de ben artık vatan, millet, sakarya diye bağırdıkça insanlar etkilenmiyorum.
Belki de artık siz, aydınlar(!) daha elle tutulur bir şeyler söylemelisiniz bizlere.

Aydın sorumluluğu belki de yarım saat çıkıp kürsüye konuşmak değil de iş-görür fikirlerle insanları düşünmeye ve sonrasında harekete geçirmeye sürüklemektir. Ne dersin?

Ve Ataol'cuğum, sen sadece şiir yaz. şiir oku.

Çünkü ancak o zaman büyüyorsun gözümde.

"Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var:
Yaşadın mı büyük yaşayacaksın, ırmaklara,göğe,bütün evrene karışırcasına
Çünkü ömür dediğimiz şey, hayata sunulmuş bir armağandır
Ve hayat, sunulmuş bir armağandır insana"

16 Şubat 2012 Perşembe

Şubat14.

Mum alevine yoğunlaştıkça görüntünün bulanıklaşması.
Eksi sonsuz'dan artı sonsuz'a kadar yaşanılanların, yaşanılıyor olanların ve yaşanılacakların akıp geçivermesi zihinden.
Mumun alevine kavuşan, süzülerek akan tek bir damla.
Kaldırımlardan taşan tuzlu sular.
Gökyüzünün yanağımla buluştuğu an.
Annemin elimden tutması, babamın görüntüsünün ablamla oynadığımız oyunlara karışması...
Bilinmeyenin özlenmesi. Beni unutma, değil. Beni güzel hatırla!..
Yanağımdan akan damlalar, Raindrops adeta...
Burcu burcu esen rüzgârın yükseldiği anlarda kuruyan yanaklarım
Gül yapraklarının mumun çıtırtısıyla paramparça oluşu, dikenlerin birer birer yere savrulması...
Tarçın kokusuna karışmış su şırıltılarına eşlik eden müzik; darbukanın oynak ritmlerinde göbek atarcasına ağlama isteğine karışmış kahkaha krizlerine gark olmak...
Olmayan sözcükleri bulma çabasında kâğıt-kaleme hasret, gözleri kapatıp harf harf fısıldamak içten gelenleri.
Elinden tutmak, eskilerin tozlu sayfasında Meksika'ya uzanıp Boğazkere üzümlerinin burukluğunu içine çekmek.
Olmayan sözcükleri orada öylece bırakıp telefona sarılmak ve susarak ifade edercesine gözlerini anlamla doldurmak...

Seneler sonra Anjelika Akbar'ı sahnede yaşamak.
Sıcak koltuk.
Rahatlık.
Şubat14 işte. Aziz Valentine'e sevgiler...

tesadüf bu ya!..

Fotografium Canon 600D profesyonel fotoğraf makinesi hediye ediyor! Yarışmaya katılarakCanon 600D Manfrotto tripod ve Kata sırt çantası kazanma şansı yakalayın! http://blog.fotografium.com/fotografium-canon-600d-hediye-ediyor/ sayfasını ziyaret ederek yarışma hakkında diğer bilgilere ulaşabilirsiniz.


Olmaz olmaz deme hiç!..

11 Şubat 2012 Cumartesi

2Şubatgecesi.İzmir'denİstanbul'adoğruotobüsteyolalmakteması.


2 Şubat gecesi, Topçular - Eskihisar arasında bir yerlerde bir vapur

            Hava ayaz mı ayaz, ellerim ceplerimde…
Kendisinı bayıla bayıla izlediğim, 10 sene öncesinde öldüğü gün ardından hüngür hüngür ağladığım Barış Abi’yi de andım böylece. İki kasetten oluşan Mançoloji albümünü hâlâ saklarım.

            Topçular- Eskihisar vapurunda sahlep kokuları ve insanların garip bakışları altında, kız popülasyonunun birkaç kişiyle sınırlı olduğu üst katta, ayakta telefonumu şarj ederken Gogol’ün, “Bir Delinin Anı Defteri”ni okuyordum. Düşündüren komik hikâyeler vardır ya… Güldüğüm an, yok yok gülmemeliydim sanırım diye düşündüğüm çokça zaman oldu.
            Ve Eskihisar’a yaklaşırken elimde kitabım, kafamda berem, boynuma sıkıca sardığım yüzümün yarısını örten atkım ve kenetlenmiş ellerimi sıcacık tutan eldivenlerimle ışıklara bakıyordum. Kar tanelerinin serpilişine inat deniz pürüzsüze yakındı. Soğuktu, burnum üşüdü ama deriiiin bir nefes aldım, parmak uçlarımda yükseldim ve nefesimi verirken, suratımda gülümseme, yere bastım tekrar.
           
            Hoşluk var içimde. 9 saattir otobüste yolculuk yapsam da karın beyazlığında kaybolmak güzeldi. Ve sonrasında geceyi ışıklara doğru süzülen bir vapurla bütünlemek…
            Merdivenlerden inerken hafifçe geriye baktım. Beyaz köpüklerin etrafında gördüğüm karanlık korkutucuydu. Yalnız olmanın tedirginliğiyle bu belirsizliğin içine çekilmemek için hızlandırdım adımlarımı.
            Kamyonların arasında kaybolsam da tüm o görüntüler ve içime işleyen soğuk, tazelik verdi bana. Şimdi de beyaz, ölü, pis bir otobüs ışığında kargacık burgacık bir el yazısıyla, kulağımda Teoman’ın son albümünden ezgilerin eşliğinde bir şeyler karalamak var sırada.
            Hayat güzel!..

uuupuzun.

Upuzun cümlelerim var benim.
Yazdıkça yazasım geldiği için sonlandıramadığım cümlelerim.
Kısa kısa anlatmak lazım galiba bazı şeyleri, konuyu uzatmadan, olabildiğince kısa ve öz olacak şekilde...
Bunu derken bile cümlelerimi ne kadar çok uzatabileceğim gerçeğiyle yüzleşiyorum bir anda.

Neyse, yavaş yavaş kısalacak bu cümleler ve ben de kendimi birkaç kelimeyle ifade edebildiğim minimal bir yaşantı ve sınırlı bir iç dünyaya sahip olabileceğim.

28 Ocak 2012 Cumartesi

bir tatil daha böylece biter...


Dansla, müzikle, resimle, felsefeyle, edebiyatla, heykelle, tiyatroyla, sinemayla, operayla geçen bir ömür hayal ettim biraz önce. Politikadan, siyasetten, hayatın yoğunluğundan uzakta, sadece saydıklarımın çevresinde örülmüş bir hayat… En azından hayattan yaptığım kaçamaklarda, kendimi tüm bunlarda kaybettiğimi hayal ettim. İçine biraz Paris’in ışıklarını kattım geceyarısında, biraz Viyana’nın muhteşem tarih kokusunu, İstanbul’un denizinin martı sesleri de eşlik edince de daha bir mükemmele yaklaştı her şey.
Son iki haftadır konserle başlayan sanat serüvenimi izlediğim en kısa ama en anlamlı oyunlardan biriyle sürdürdüm: Kontrabas. Ve sonrasında geç kaldığım için bir anda içeri giremeyeceğim tedirginliğiyle sarıp sarmalandığım bir sergi… Ardından, nasıl bir ruh hali ve mental durum içerisinde yaptığını hiç tahmin edip empati kuramayacağıma inandığım Salvador Dali resimlerinin arasında kaybettim kendimi. Derken bugün de Slavoj Zizek’i canlı canlı dinleme fırsatını üşengeçliğim ve kapıda oluşacak olası bir izdihama dair korkumdan ötürü kaçırmama rağmen kendisini CNN Türk’te SoruYorum’da tam 1 saat 45 dakika boyunca gözümü bile kırpmadan izledim. Araya 1 Erkek 1 Kadın’ın ilişkiler üzerine bol kahkahalı tespitlerini de ekleyip geceyi MDT İstanbul’un Seyahatname 2 isimli yeni dans gösterileriyle ilgili haberle kapatıyorum.

Tüm bunların arasına sıkıştırılmış Irvan D. Yalom’un uzun zamandır hiçbir kitabın beni etkileyemediği kadar çok etkileyen ve sürükleyiciliğiyle heyecan içinde okumamı sağlayan, rahatsız edici değil daha çok kendi davranışlarımı onaylatır biçimde sorgulamalar yapmama sebep olan kitabı Nietzsche Ağladığında’yı ve Behçet Necatigil’in kızı olduğunu önsözde okuduktan sonra öğrendiğim Ayşe Sarısayın’ın Denizler Dört Duvar gibi etkileyici ismi ve gerçekten çarpıcı öykülerinden oluşan kitabını okudum.
Bugün’ün Özdemir Asaf’ın ölüm yıldönümü olmasına ithafen Benden Sonra Mutluluk’tan rastgele sayfalar seçip okuduğum şiirlere, Milan Kundera’nın daha ilk cümlesinde Nietzsche’den bahsederek beni kendisine ısındıran kitabı The Unbearable Lightness of Being (Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği)’i de eklediğimi söylemeyi unutmamak lazım… Yaz yağmurunda ıslanmış Prag gününe gittim ara ara. Sayfaları çevirmektense, beynimin içinde günleri atladım yavaşça, usul usul, hiç acele etmeden. Şırıl şırıl akan ırmağın üzerindeki köprülerden geçtim, Kafka müzesine yol aldım. Kısıtlı zamanımda bile hiçbir kere bile kolumdaki saate bakmadan içerisinde durduğum o eski kitapçıya girdim. Derken yağmurun bastırmasıyla çok şık bir restauranttan içeri adım atıp ziyafet çektim kendime. Yürümeye başladım ardından, yağmurdan korunmak için bu sefer de mum ışıklarının kırmızısında sıcak çikolatamı yudumladım gri gökyüzüne karşı. Ve bunları bir kenara bırakıp, bir sonraki İstanbul’a gelişim için şimdiden yerimi ayırttığım Haluk Bilginer oyununun hayaliyle İzmir’e gittiğimin ikinci haftasında geçirdiğim bu sömestr tatilini anımsatacak bir opera biletini (Turandot) elimde bulundurduğumun farkındalığıyla sırıttım.
Bir tatil daha biterken ve beş haftaya sıkıştırılmış kompakt bir ders yığını beni pazartesi günü 8 buçukta amfide karşılayacakken, geçirdiğim güzel günleri hatırlamak gibisi yok. Biraz can yakıyor ama hayattan kaçışın hikâyesi sanatla sonlandığı an benim suratımda hafif bir tebessüm hemen yerini alıyor.
Dream on until your dreams come true!.


20 Ocak 2012 Cuma

lise yılları

Her şey iyi, güzel, çok da şahane gidiyor hayatımda - Tanrım, nazar değmesin de! :) -  ama ben okulumu - yani daha doğrusu lisemi - çok özledim.

Bu manzaraya karşı oturup az konuşmadım kendimle, yanımdakilerle.
Rüzgârın sesi, belki de, plato'daki taşın üzerine oturup, kendimle başbaşa kaldığım zamanlardaki kadar anlamlı gelmedi hiçbir zaman bana.

Ve biraz daha ağaçların arasına karışınca, rüzgâr yerini yaprakların hışırtısına bırakırdı. En sevdiğim melodiler yankılanırdı kulaklarımda. Gemilerin düdükleriyle irkilirdim çokça. Servisi kaçırmamak için geriye doğru koşardık kimi zaman da nefes nefese. Soğuktan üşürken, ceketlerimizi de paylaşırdık işte yine biz bu manzaraya karşı. Su savaşı da yapardık, elimizde koskoca pizza dilimleri birbirimizin peşinden de koştururduk. Gözyaşlarımız kahkahalarımızla beraber kuruyup kalırdı yüzlerimizde.

Ve bu yol... Son senemde okulda olduğum her gün, neredeyse istisnasız bir şekilde uzun tenefüsüm (ve bazen de sabah daha dersler başlamadan önceki yarım saat) bu yolu yürüyerek geçti. Neler neler konuştuk biz bu yoldayken? Ellerimizde kahvelerimiz, konuştuk da konuştuk. Nasıl o kadar çok anlatacak şey vardı bilemedim. İşte, bilemediğim için de zaten "o yol" çok farklı anlamlar kazandı bir süre sonra. Ve bu yolu arşınlarken adım adım, büyüdüm/ büyüdük. Çok şey de öğrendim haliyle.

Tersten gidiyorum gibi oldu. Bu manzara beni 2005 senesinde okula aşık eden manzaraydı ve tabii az biraz da görkemiyle ürküten... Arabayla alt kapıdan ilk kez girip de böyle büyük bir binayla karşılaşınca, minicik olan ben şaşakalmıştım. O, çok büyüktü. Ben ise çok küçüktüm. Gittikçe biz de büyüdük. Yukarı baktıkça boynum daha az ağrımaya başladı. Beş dakika içinde okulun bir ucundan bir ucuna koşarak derslere yetişmeyi öğrendim. Buradaki yolu nefesim kesilmeden çıkmayı başardım ve de beş sene sonunda. 

Çok zor zamanlarım geçti. Hep mutlu muydum? Hayır. Ama hayatımın en anlamlı ve en değerli anlarını ben bu okulda yaşadım. Mükemmel insanlarla tanıştım. Bu tanıştıklarımla çok şeyler paylaştım. Kısacık anlara hayatlarımızı sığdırdık. Hayallerimizi, sevinçlerimizi, üzüntülerimizi... Okula adım atmam yetti bazen içimi ısıtmama. İşte, o yüzden zaten bu fotoğrafları böyle görünce çok duygulanıyorum. İşte, o yüzden ben okulumu ÇOK özlüyorum.

Eksik kaldı yine anlatımım ama fotoğraflar bana o kadar çok şey ifade ediyor ki, sözcükler de böyle yetersiz kalıveriyor...

19 Ocak 2012 Perşembe

Jane Birkin sings Serge Gainsbourg via Japan

Japonya'daki deprem ve sonrasındaki nükleer felaketten sonra, oraya gittiğinde peşi sıra Japon müzisyenlerle geri gelmiş Jane Birkin. "Jane Birkin sings Serge Gainsbourg via Japan" ismini verdiği turnesini de dikkat çekmek için düzenlemiş. Ama sanki bu turne, 66 yaşındaki bu kadın için, ölene kadar onu taparcasına sevmiş ve onun için şarkılar yazmayı sürdürmüş Serge Gainsbourg'un şarkılarını bir kez daha topluluklara seslendirebilmesinin bir fırsatı gibiydi.

Enerjisi muhteşemdi.
Hâlâ da çok güzeldi.
Twitter'da birkaç yorum okudum, konserin beğenilmediğine dair.
Ama şöyle bir şey var ki;

Gözlerimi kapatıp, anlamadığım Fransızca'sına rağmen, kendimi oradan oraya sürükleniyormuş gibi hissetmek ve gözlerimi açtığımda, sahne ışıkları altında bu kadar sade giyinmiş, bizden biriymiş gibi rahat tavırlarıyla bir eli cebinde sahneyi arşınlayan, ışıl ışıl gözleri, insanın içini ısıtan gülümsemesiyle bizlere bakan ve teşekkür eden O kadını görmek!.. 


Hayat işte böyle zamanlarda daha bir anlamlı ve daha bir güzel!..

İnsanlar olumsuzluk arıyorlar sanki.
Memnun olmasını bilmiyorlar gibi de hani.
Belki mutsuzluğa o kadar çok alıştık ki toplum olarak, bu duyguyu o kadar çok kanıksadık ki, mutsuzluk içimize o kadar işledi ki, mutluluğun ne olduğunu unutuverdik. Küçük şeyler'in değerini yitiriverdik.



15 Ocak 2012 Pazar

Serge Gainsbourg et Jane Birkin - Je t'aime moi non plus

Neredeyse 2 ay olmuş ben bu blog'a hiçbir şey yazmayalı.
Sürekli canım sıkıldığı için bir köşeye attığım defterlerim gibi oldu adeta burası. Rutin iş-mişçesine bir havaya bürününce yazmak, ben de içgüdüsel bir karşı koyuşla yazmayı bıraktım blog'a. Tabii bunda vakit darlığının, internet'i çok kolay bulamayışımın ve son iki haftadır içinde bulunduğum sınav sürecine bağlı uykusuz gecelerimin payı yadsınamaz.

O zaman güzel bir paylaşımla başlasın bu geri dönüş.





Milliyet Sanat'ta Ocak Ayı etkinliklerini incelerken fark ettim, 18-19 Ocak'ta Babylon'da sahne alacak Jane Birkin'in kendisi. 

dibebirnot. İzmir'deki Konak Pier'de de Eiffel'in imzası varmış.