28 Ocak 2012 Cumartesi

bir tatil daha böylece biter...


Dansla, müzikle, resimle, felsefeyle, edebiyatla, heykelle, tiyatroyla, sinemayla, operayla geçen bir ömür hayal ettim biraz önce. Politikadan, siyasetten, hayatın yoğunluğundan uzakta, sadece saydıklarımın çevresinde örülmüş bir hayat… En azından hayattan yaptığım kaçamaklarda, kendimi tüm bunlarda kaybettiğimi hayal ettim. İçine biraz Paris’in ışıklarını kattım geceyarısında, biraz Viyana’nın muhteşem tarih kokusunu, İstanbul’un denizinin martı sesleri de eşlik edince de daha bir mükemmele yaklaştı her şey.
Son iki haftadır konserle başlayan sanat serüvenimi izlediğim en kısa ama en anlamlı oyunlardan biriyle sürdürdüm: Kontrabas. Ve sonrasında geç kaldığım için bir anda içeri giremeyeceğim tedirginliğiyle sarıp sarmalandığım bir sergi… Ardından, nasıl bir ruh hali ve mental durum içerisinde yaptığını hiç tahmin edip empati kuramayacağıma inandığım Salvador Dali resimlerinin arasında kaybettim kendimi. Derken bugün de Slavoj Zizek’i canlı canlı dinleme fırsatını üşengeçliğim ve kapıda oluşacak olası bir izdihama dair korkumdan ötürü kaçırmama rağmen kendisini CNN Türk’te SoruYorum’da tam 1 saat 45 dakika boyunca gözümü bile kırpmadan izledim. Araya 1 Erkek 1 Kadın’ın ilişkiler üzerine bol kahkahalı tespitlerini de ekleyip geceyi MDT İstanbul’un Seyahatname 2 isimli yeni dans gösterileriyle ilgili haberle kapatıyorum.

Tüm bunların arasına sıkıştırılmış Irvan D. Yalom’un uzun zamandır hiçbir kitabın beni etkileyemediği kadar çok etkileyen ve sürükleyiciliğiyle heyecan içinde okumamı sağlayan, rahatsız edici değil daha çok kendi davranışlarımı onaylatır biçimde sorgulamalar yapmama sebep olan kitabı Nietzsche Ağladığında’yı ve Behçet Necatigil’in kızı olduğunu önsözde okuduktan sonra öğrendiğim Ayşe Sarısayın’ın Denizler Dört Duvar gibi etkileyici ismi ve gerçekten çarpıcı öykülerinden oluşan kitabını okudum.
Bugün’ün Özdemir Asaf’ın ölüm yıldönümü olmasına ithafen Benden Sonra Mutluluk’tan rastgele sayfalar seçip okuduğum şiirlere, Milan Kundera’nın daha ilk cümlesinde Nietzsche’den bahsederek beni kendisine ısındıran kitabı The Unbearable Lightness of Being (Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği)’i de eklediğimi söylemeyi unutmamak lazım… Yaz yağmurunda ıslanmış Prag gününe gittim ara ara. Sayfaları çevirmektense, beynimin içinde günleri atladım yavaşça, usul usul, hiç acele etmeden. Şırıl şırıl akan ırmağın üzerindeki köprülerden geçtim, Kafka müzesine yol aldım. Kısıtlı zamanımda bile hiçbir kere bile kolumdaki saate bakmadan içerisinde durduğum o eski kitapçıya girdim. Derken yağmurun bastırmasıyla çok şık bir restauranttan içeri adım atıp ziyafet çektim kendime. Yürümeye başladım ardından, yağmurdan korunmak için bu sefer de mum ışıklarının kırmızısında sıcak çikolatamı yudumladım gri gökyüzüne karşı. Ve bunları bir kenara bırakıp, bir sonraki İstanbul’a gelişim için şimdiden yerimi ayırttığım Haluk Bilginer oyununun hayaliyle İzmir’e gittiğimin ikinci haftasında geçirdiğim bu sömestr tatilini anımsatacak bir opera biletini (Turandot) elimde bulundurduğumun farkındalığıyla sırıttım.
Bir tatil daha biterken ve beş haftaya sıkıştırılmış kompakt bir ders yığını beni pazartesi günü 8 buçukta amfide karşılayacakken, geçirdiğim güzel günleri hatırlamak gibisi yok. Biraz can yakıyor ama hayattan kaçışın hikâyesi sanatla sonlandığı an benim suratımda hafif bir tebessüm hemen yerini alıyor.
Dream on until your dreams come true!.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder