2 Ocak 2011 Pazar

...sırılsıklam...

27.12.2010'da yaşananlara ithafen...

            Yağmurlu bir İzmir var karşımda. Gittikçe şiddetini artırıyor rüzgâr. Damlalar sürekliliklerini koruyor, birbiri ardına düşüyorlar yere. Zor, yürümek çok zor… Converse giyecek zamanı bulmuşum tam da. Kıyafetim yağmurlu bir okul gününden çok, güneşli bir Bodrum kumsalına uygun… Hiç meteorolojiyi kontrol edemiyorum ki. Haberlerden bihaberim, hava durumundan da – gerçi dün uyardılar beni, yağmur yağacak dikkat et, dediler – bu kadar olacağını tahmin etmedim ki ama ben. Hafif hafif çiseler, azıcık üşürüm – ki buna, çok alışığım- sonra da işime gücüme bakarım, diyordum.
            Kantinin dışarısında, branda gibi bir çatı altında yağmurun dinmesini bekledikçe, o şiddetini artırıyor. İleride dağlardaki sis bulutları aşağıya iniyor. Korkuyorum. Sanki birazdan ortalıkta göz gözü görmeyecek, sanki birazdan her yer bu sis bulutlarıyla kaplanacak, kapkara olacak, yanımda duran arkadaşlarımla beraber kendimi de kaybedeceğim, bir daha hiç bulamamacasına.
            Bekliyorum, bekliyorum, bekliyorum. Telefona bakıyorum, birkaç kişiyle görüşüyorum. Saate bakıyorum. Öylesine laflıyorum, sigara dumanından öksürüyorum. Gözlerim yanıyor, kırpıştırıyorum. Saate tekrar bakıyorum, gitmem lazım. Ama yağmur yavaşlamadı bile. Mecburum, bugün notere gidip krediyle ilgili tahakkuk senedi mi neymiş onu almaya.
            Herkesle vedalaşıyorum. Çantamın fermuarlarını sıkı sıkı kapatıyorum – hep çantamın ağzı yarı açık olur ya benim, bari bu sefer açık unutup defterlerimi ıslatmak istemiyorum- Kulaklığın bir ucunu telefona, diğer kısımlarını kulağıma takıyorum. Ipod’u karıştırıp koşmaya başlıyorum. Her yer su, ayakkabılarımın rengi gittikçe koyulaşıyor – acaba böyle daha mı güzel oldular? – Bulduğum her mazgal deliğinin üstünden atlıyorum – olimpiyatlarda triathlonda yarışıyorum sanki – Yağmurla beraber, arabalar da hızlarını artırıyorlar gibi geliyor bana. Yollar bitmek bilmiyor. Kaldırımda bekliyorum, bir arabanın suyuyla baştan aşağı çamur oluyorum. Bu tecrübeyle, ışığın bir an önce kırmızıya dönmesini ve karşıdan karşıya geçmeyi beklerken, gelen her arabayla geriye doğru sıçrıyorum. Ortada sıçan oynuyor gibiyim, yeter ki daha fazla ıslanmayayım. Bildiğim tüm küfürleri sıralıyorum insanlara, bu yağmurda sanki özellikle sularını sıçratıyorlar bana.
            Tam kırmızı yanıyor ve içimden bir oh çekiyorken fark ediyorum ki, kaldırımdan aşağıya adım atmam im-kan-sız. Her yer su içinde, ana cadde sel olmuş, akıyor ve benim narin plastik ayakkabılarım bu kadar çileyi kaldıracak kadar güçlü değiller. Suların altında kaybolmak mı, yoksa yan tarafta çimenlerin üstünde çamurda boğulmak mı ikileminde, çamuru seçiyorum. Bataklıktayım sanki, bata çıka ilerliyorum. Aynı anda, ışık tekrar yeşile döndüğünden zıplamaya başlıyorum yeniden. Sulardan kaçma çabalarım devam ettikçe, daha çok batıyorum gibi. Psikolojik bir çöküş hali belki de bu, ruhsal bir dibe vuruş, sembolik bir dünyadayım.
            Tüm bunlar olurken suyun gölden birikintiye dönüştüğü bir boşluk çarpıyor gözüme. Artık yapmalıyım diyorum, ışığın rengine bakmadan, hatta kafamı arabalara bakmak için bile kaldırmadan yolun ortasında buluyorum kendimi. Ama burası bir kavşak ve her yerden araba geliyor. Biri tam bana çarpacakken zigzag çiziyorum. Bir diğerini, elimle durdurmaya çalışırken, tuzlu bir şeyler geliyor dilimin ucuna. Yağmurdan değil herhalde bunlar, yolun ortasında kalakalmışlığın çaresizliğinden iki damla akmış ağzımın kenarına. Yutkunuyorum. Ezilmeden geçmeyi başarıyorum.
            Kendi kendime verdiğim, artık çok para harcamayacağıma dair sözlerin hepsini unutup kendimi taksi durağında buluveriyorum. Oradaki abi beni hemen içeri oturtuyor. Sedirin üstünde, yağmurun üzerimde yarattığı enkazın boyutlarını görebiliyorum: rengi değişmiş bir ayakkabı, suyu sıkılabilecek kıvamda bir çorap, yanaklarıma yapışmış saçlar, şapır şapır su damlayan bir çanta. Hafif sıcak ortam iyi gelmişken, durağa bir taksi yanaşıveriyor. Hemen atlayıveriyorum ben de içine.
            İstikamet: İzmir, Balçova, 18.Noterlik Binası
Kitaplarımı ıslatmamaya çalışarak, cüzdanımı arıyorum çantamda. Sonunda ulaşıyorum, acaba ne kadar tutacak, inşallah noter kapanmamıştır, işim gücüm yok bir de böyle şeylerle mi uğraşıyorum düşünceleri ve arkadaşlarımın ne zaman geleceksin, hadi gel de yemek yiyelim içerikli telefon konuşmaları arasında varıyoruz. Ücret: 6,50 TL. Memnunum, kuru bir biçimde, otobüslerin kalabalığında uzakta, rahat bir biçimde ulaştım; dönüş yolunu düşünmeksizin.
İşlerimi hallediyorum ve o an fark ediyorum ki, dönüş çok daha zorlu olacak. Yağmur tam anlamıyla bardaktan boşanıyor. Bir ara hatta, tabirin yanlış olduğunu hissediyorum. Sanki biri tepeden kova kova su boşaltıyor. Ya da tam benim tepemden bir hortum tutmuş, hiç bırakmamacasına. İçimden, gök’le yaptığım bu kısa konuşmadan sonra, bir bayandan aldığım tarif üzerine, sola doğru yürümeye başlıyorum. Dükkânların altlarından, daha az ıslanma çabalarında ilerliyorum. Daha iyiyim derken, dükkânlar bitiyor. Koskoca bir yol önümde ve ben bu sefer de kaldırıma çıkamıyorum. Oluşmuş bu yapay göle basarsam, gece kendimi zatürreden hastanede bulacağımdan eminim. Ben de ana caddenin mümkün olduğunca kenar kısımlarından ilerliyorum hoplaya zıplaya. Sevinçten değil bu deli saçması hareketlerim; yoldan gelen ve otobandaymışçasına bir türlü yavaşlamayı öğrenemeyen minibüslerin, otobüslerin, özel arabaların fışkırttıkları çamurlu sular sakınmaya çalıştığım.
Bu sefer kulaklıkları takmayı unutuyorum. Bu kadar yağmur altında, gözüm korkuyor telefonu çıkartmaktan, hem zaten yaşamla ölüm arasındaki ince çizgide gidip geliyorum her bir araba kornasıyla, en iyisi müzik yerine kulaklarımı sonuna kadar çevreden gelebilecek olası tehlikelere açık tutmak…
O kadar şangır şungur bir yağmur ki bu iç sesim bile duyulabilir tonda değil, sadece olası öykülerin cümleleri geçiyor kafamdan. Sözcükleri art arda ekleyip, kendimce hayali mekânlara koyuyorum. Bir an önce odama varıp bir şeyler yazmak istiyorum.
Mesela, o apartmanın girişinde, kapı ağzında yere yatmakta olan kimsesiz çocuktan bahsetmek istiyorum. Onu nasıl betimlerim’i düşünüyorum. İzmir’de ilk defa böyle bir şey görüyorum. Klasik İstanbul manzarası çünkü bu... Tinerci diye tabir ettiğimiz, tren istasyonlarında, İstiklal’i çaprazlayan arka sokaklarda sıkça rastladığımız, üzerlerinde kirden simsiyah ceketimsi kıyafetler, ayaklarında deri görünümlü, orası burası yırtık pırtık ayakkabılar olan, elleri makine tamiri yapmış gibi simsiyah olan çocuklardan biri bu. Apartman sakinlerinden ikisi çıkıyor bu anlık sürede kapıya, çocuğu kovuyorlar beden dillerinden anladığım kadarıyla. Çocuk da, çekilin başımdan der gibi hafif tehditkâr, sallıyor onlara elini kolunu. Ben, bu sahneye dalmış, başım orada ilerlerken lömbürst diye bir su göletine giriyorum. Sinir krizine adım adım…
Bana bu yoldan gitmemi öneren bayana içimden teşekkürlerimi (!) iletiyorum. Sağ olsun, yol bilmeyen bana olabilecek en uzun ve en çarpık çurpuk yolu önermiş. Bir daha kimseye bir şey sormama kararı alıyorum. Ne yaparsam yapayım, sorumluluğu ben üstlenmeliyim.
Yine bu kendine kendine düşünüşler arasında karşıdan karşıya geçmemi gerektiren bir noktaya geliyorum. Arabaların sularından kaçma savaşı değişik bir boyuta ulaşıyor böylece ama bu yolun da tesellisi su birikintisinin azlığıyla doğru orantılı karşıya geçmenin kolaylığı. Yine erken konuştuğumu fark ediyorum. Karşıya geçtiğim an, çamurlu çizmelerle karşılaşıyorum. Önümde uzanan çamurlardan insanların ilerlemelerini izliyorum bir süre, bakınıyorum etrafıma. Şansıma ufak bir yer çarpıyor yine gözüme, parmak uçlarında, çamura olabildiğince az bulaşarak burayı da aşıyorum.
Otobüs durağını görebiliyorum artık. Son bir karşıdan karşıya geçiş kaldı. Ondan sonra otobüsteyim. Ama bu yol da gelirken olduğu gibi su deryası. Ama benim bu sefer umurumda değil, zaten yeterince ıslandım arabaların üstüme attıkları sulardan. Bir teyzenin yaşına başına bakmadan, cesaretlice sulara adım atması ve ıslanmasına aldırmaması beni de yüreklendiriyor. Haydi diyorum, son 100 metre, dayan!
Şapır şupur suları yara yara karşı kaldırıma ulaşıyorum. Ve sonra da otobüs durağına... Bir sürü insan, geçip duran arabalar ve günün tüm griliğine inat kıpkırmızı rengiyle, kim bilir kimin pazar filesinden yere yuvarlanmış bir elma var yolun ortasında beni karşılayan. Kendimi o an o elma kadar yalnız hissediyorum, o elma kadar çaresiz, elma kadar her an ezilebilir ve buna karşı koyamaz bir vaziyette. Ama onun kırmızılığı var bir yanda, herkesten farklılığı, bir anda ezilmeyişi, hareketsiz duruşundaki kararlık ve benim aklıma getirdiği Nazım dizeleri, “Sen elmayı seviyorsun diye elmanın da seni sevmesi şart mı?” Hayır, değil. Hayat da böyle bazen... İnsanlar da... Tanrı da... Ve yağmurlu bir İzmir günü de…
Elma umursamazlığında gelen ilk otobüse atlıyorum ben de, nereye gideceğime aldırmadan. Elbet bir yere varırım umudu ve artık ıslanmamak ümidiyle…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder