26 Ocak 2011 Çarşamba

...kimse farkında değilken...

11. sınıftayken bu öyküyü yazıp, edebiyat hocamla paylaştığımda çok endişelenmişti. Defalarca iyi olup olmadığımı sormuştu, farkında değildi ki ne her yazdığım yazının baş kahramanı benim, ne de her öyküde kendi hayatımı anlatıyorum. Bugün bu öyküden bahsederken arkadaşlarla, paylaşmak istedim öyküyü. O zaman değil belki ama, şimdi yuvarlanan bir taş gibi hissediyorum kendimi. Bir sağa, bir sola kendi isteğim olmadan sürükleniyorum. Kaptırmış gidiyorum işte, hafif bir istek olsa da içimde bu düşüşü durduracak, gücümün tükendiğini hissediyorum. Değirmenlere karşı savaşırdık eskiden, Don Kişot gibi. Hayallerimiz vardı. Hayallerim vardı. Şimdi bu değirmenlere karşı yitik bir savaşçı gibi hissediyorum kendimi. Birinin parmak şıklatması ve beni bu kötü gidişten döndürmesi gerek ama farkındayım, Özdemir Asaf'ın dediği gibi;
                                                                                                        
Hepsinin gelmesini bekleme;
Bir kişi gelmeyecek.

Sen alışmayasın diye,
Korkmayasın diye,
Düşünesin diye..

Kendine yetmen için..
Herkesin kendinden kaçacağı yerlerde
Sen kaçmayasın diye.

Gelenler gitmeyecekmiş gibi..
Doğumlarda ölümlerde
Duyasın diye.

Bildiğini bildirmek için
Bilmeme'yi öğrenmelisin.
Tam kalasın diye.

Hepsinin gelmesini bekleme,
Sen var olasın diye.
Bir kişi gelmeyecek,
Sen, bir olasın diye.


Kimse Farkında Olmasa da Erişti O Mutluluğa

“Yeter artık, karışmayın bana…” diye çığlıklar atıyordu kız içinden ama kimse onu duymuyordu, bir ihtimal duysalar bile umursamıyorlardı. İş çığırından çıkmıştı artık, buna bir son verilmeliydi. Bu işin böyle devam etmesi ve gün be gün onun ömrünü bir mum gibi yavaş yavaş eritip bir tahta gibi usul usul çürütmesi dayanılacak gibi değildi. Bu, öyle bir acıya dönüşmüştü ki neşter vurulmadan da hissediliyordu, sanki kanında zehir dolaşıyordu.

Sessiz çığlıklarının arasında, bir de kendi kendine, “Saçmalıklarla kaybedecek vaktim yok benim, gerçekten, istemiyorum!” diyordu. Bu sıralar, fısıldadığı haykırışlarının ve bilinçsizce akan gözyaşlarının arasında, düşünmeye vakit bulduğu o küçücük, dapdar zaman aralıklarında hep bu cümle aklından geçiyordu, “saçmalıklarla kaybedecek vaktim yok benim, istemiyorum.”

Hayat anlamsızdı. Hayat boştu. Hayat amaçsızdı. Hayat, herkes ona karıştıktan sonra artık onun hayatı değildi. Kendisine ait bir hayatı olmayınca da bu işkencenin sürmesinin; gereksiz yere günlerin birbirini kovalamasının hiçbir anlamı yoktu. Çözüm yolları çoktu aslında önünde. En iğrenç, en abuk sabuk, en akla hayale gelmez öneriler olsalar da hepsinin işe yarayacağına kesinlikle emindi.

Saçma sahteliklerle çevrili şu avuç içi kadar gerçeklerle yaşamak da dayanılmazdı. Köstebeklerin etrafta dolaştığını hissetmek ama ona zarar vermeye her çalıştıklarında, kendilerini görememek; onların sürekli kaçağı oynamaları; laf edip ulaşılmaz bir yerlere saklanmaları ve çoğunlukla da arkadaş kılığına, eş dost, aile kılığına bürünerek ona sevgi gösterilerinde bulunmaları… Hazmedemiyordu, artık gerçekten katlanamıyordu.

Onun küçüklükten beri özlem duyduğu şeyler bunlar değildi. Farklı dünya hayalleri kurmuştu bebeklerinin saçlarını tararken. Farklı insanların, farklı düşüncelerini, sıcak bir ortam da, yani şimdikinden farklı olarak paylaşmak cevabını vermişti eve gelen amcaların, teyzelerin, büyüyünce ne olmak istersin sorularına. Dünyasını, iskambil kartlarından, şekillerle renkler birbirlerine uyumlu olacak şekilde inşa etmişti, en tepesine bayrak olarak sevgisini asmıştı, her yer pamuk şekerlerle, papatyalarla kaplıydı. Pamuk şekerlerin rengi çok çabuk dönmüştü karaya, papatyaları solmuş, iskambil kartlarındaki kahramanları çabuk pes etmişlerdi, kaleyi ayakta tutmaktan bıkkın hepsi çekip gidiyorlardı işte.

O anda, ufacık bir çocuk çıktı karşısına. Minicik bedeninin aksine, gözünü kırpıvermesiyle koskocaman caddenin akışı duruvermişti. O simsiyah gözleri bir şey ifade etmek ister gibiydi. Birkaç saniyeliğine durdu kız, bakındı etrafına, ne olduğunu anlamaya çalıştı. Çocuk, kızın hayatında neler olup bittiğini öğrenmek için gelmişti. “Belki” diyordu “elimden bir şeyler gelir de yardımcı olurum sana.” Küstahlık… Kan adeta beynine sıçradı kızın. Alçaklıkta son noktaydı artık yani. “Yeter artık, karışma bana…” sözleri, tüm caddede binlerce, yüz binlerce, hatta milyonlarca kez yankılandı. Bıkkın olmasına rağmen sakin kalmayı başarabilen, yeni doğmuş bir melek edasıyla dinginliğini koruyabilen kız, artık sinirlerini kontrol etmekten bile acizdi. Saçlarını tuttu, koca bir tutamı elinde kaldı. Bu, yavaşça parçalara ayrılışının en somut kanıtıydı. Bu, korkunç sonun başlangıcı, felaket tellalcısıydı.

Attığı her adımla sonsuza daha çok yaklaştığının bilincinde yürüyordu. Adımları, onun kurtuluşunu işaret ediyorlardı. Adımları, ona yol gösteriyorlardı. Adımları sayesinde kat ettiği yollar, özgürlüğünün simgesiydi; bundan sonra kimse karışamayacaktı ona. Bundan sonra, geceler boyunca ağlamayacaktı hıçkıra hıçkıra kafasını yastığa gömüp. Bundan sonra, insanlar onun her yaptığına karışarak kendilerini tatmin edemeyeceklerdi. Bundan sonra, kendilerini çok akıllı zannedip hayatını yönlendirmeye çalışamayacaktı kimse; çünkü o, attığı her adımla, kafasında tasarladığı dünyaya doğru ilerliyordu. Çocukken sadece rüyalarında onun olabilen dünyasına kavuşacaktı birkaç adım sonra belki de.


Vücudu yalancı dünya üzerindeyken ruhu çoktan havalanmış uçuyordu uzaklara. Minik serçeler şakıyorlardı mutlu mutlu en güzel parçalarını ve pırpır kanat çırpıyorlardı onun etrafında. Yer ayaklarının altında kayarken bir buz parçası gibi, geçtiği yerlerdeki karanlıklar kayboluyordu. Tüm çiçekler, bahara uygun olarak renkleniyor, tepeden yıldızlar kayıp çiçeklerin üzerlerini pul pul, ışıl ışıl kaplıyorlardı. Denizden başlarını çıkarıp selam veriyorlardı yunuslar kıza, dostlarını gelin ederlermiş sevinci içerisinde. Çimenlerin arasında, rengârenk balonlar, üzerinde gülen yüzlerle süzülmeye başlıyorlardı göğe doğru, onlar da heyecandan yerlerinde duramıyorlardı. Önceleri, üzüntüsünden herkesi bunalıma sokan kız, sonsuza ulaşmasına ramak kala, geçtiği yerleri şenlendiriyordu. Düşmanı bellediği insanlara olan kini bile azalmıştı. İçin için havasını atıyordu onlara. Yürüyüşüyle caka satıyordu. Onlardan farklı olduğunu, özgürlüğüne kavuşacağını ve bir daha ona karışmalarının imkânsızlığını vurgularcasına atıyordu adımlarını. Azıcık sabretmesi lazımdı. Son birkaç metre…

Ve varmıştı. Onu özgürlüğüne ulaştıracak kaya ve yalıyar ve onu kim bilir hangi diyarlara; ama en sonunda hayalindeki dünyaya sürükleyecek olan engin deniz önünde boylu boyunca uzanıyordu. Paraşütle Ölüdeniz’in üzerinde süzülmekten, turistmişçesine denizin turkuaz rengiyle ve dağların her tondaki yeşiliyle kendinden geçmekten farksızdı yapacağı. Kollarını açtı kocaman. Sahte dünya üzerindeki tek gerçek olduğuna inandığı havayı son kez içine çekti ve atladı. Saçları rüzgârda, bir şal gibi havalanıyordu. Gözlerini koskocaman açmış, mutluluğa erişini kutluyordu hiç sevmediği bu dünyadan uzaklaşırken. İntiharla bitmişti bu bıçak tadındaki, keskin ve acı hayatı. Birkaç gün sonra vücudu bulunduğunda serin sularda, suratında tatlı bir gülümseme vardı. Kadavra olarak kullanılması kararlaştırılmıştı. Yaşarken kalbi parça parçaydı; öldükten sonra da vücudunun, köpeklere atılacak bir tavuk kadar değersiz bir biçimde kadavra olarak kullanılması hiçbir şey ifade etmezdi ona. En nihayetinde kavuşmuştu sonsuzluğa… Hiçbir şey umurunda değildi, ruhu özgürdü ve artık karışamayacaktı kimse ona.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder