16 Mart 2012 Cuma

Ataol Behramoğlu, sen sadece şiir yaz, tamam mı?

Dün okula geldin, bir heves konferans salonunda aldık yerlerimizi.
Aydın sorumluluğu, dedin.
Vicdani sorumluluk, dedin.
Ülke, karanlıklara boğulacak,dedin.

Ya sonra?
Bu popülist söylemlerin son bulacak diye bekledim.
Belki, sadece söylenmez, neler yapılacağına dair birkaç öneride bulunur bizlere, dedim.
Oturmaya devam ettikçe ben, sen yolda karşıma çıkmış, şöyle böyle konuşan insanlar gibi oldun.
Belki de ben artık vatan, millet, sakarya diye bağırdıkça insanlar etkilenmiyorum.
Belki de artık siz, aydınlar(!) daha elle tutulur bir şeyler söylemelisiniz bizlere.

Aydın sorumluluğu belki de yarım saat çıkıp kürsüye konuşmak değil de iş-görür fikirlerle insanları düşünmeye ve sonrasında harekete geçirmeye sürüklemektir. Ne dersin?

Ve Ataol'cuğum, sen sadece şiir yaz. şiir oku.

Çünkü ancak o zaman büyüyorsun gözümde.

"Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var:
Yaşadın mı büyük yaşayacaksın, ırmaklara,göğe,bütün evrene karışırcasına
Çünkü ömür dediğimiz şey, hayata sunulmuş bir armağandır
Ve hayat, sunulmuş bir armağandır insana"

16 Şubat 2012 Perşembe

Şubat14.

Mum alevine yoğunlaştıkça görüntünün bulanıklaşması.
Eksi sonsuz'dan artı sonsuz'a kadar yaşanılanların, yaşanılıyor olanların ve yaşanılacakların akıp geçivermesi zihinden.
Mumun alevine kavuşan, süzülerek akan tek bir damla.
Kaldırımlardan taşan tuzlu sular.
Gökyüzünün yanağımla buluştuğu an.
Annemin elimden tutması, babamın görüntüsünün ablamla oynadığımız oyunlara karışması...
Bilinmeyenin özlenmesi. Beni unutma, değil. Beni güzel hatırla!..
Yanağımdan akan damlalar, Raindrops adeta...
Burcu burcu esen rüzgârın yükseldiği anlarda kuruyan yanaklarım
Gül yapraklarının mumun çıtırtısıyla paramparça oluşu, dikenlerin birer birer yere savrulması...
Tarçın kokusuna karışmış su şırıltılarına eşlik eden müzik; darbukanın oynak ritmlerinde göbek atarcasına ağlama isteğine karışmış kahkaha krizlerine gark olmak...
Olmayan sözcükleri bulma çabasında kâğıt-kaleme hasret, gözleri kapatıp harf harf fısıldamak içten gelenleri.
Elinden tutmak, eskilerin tozlu sayfasında Meksika'ya uzanıp Boğazkere üzümlerinin burukluğunu içine çekmek.
Olmayan sözcükleri orada öylece bırakıp telefona sarılmak ve susarak ifade edercesine gözlerini anlamla doldurmak...

Seneler sonra Anjelika Akbar'ı sahnede yaşamak.
Sıcak koltuk.
Rahatlık.
Şubat14 işte. Aziz Valentine'e sevgiler...

tesadüf bu ya!..

Fotografium Canon 600D profesyonel fotoğraf makinesi hediye ediyor! Yarışmaya katılarakCanon 600D Manfrotto tripod ve Kata sırt çantası kazanma şansı yakalayın! http://blog.fotografium.com/fotografium-canon-600d-hediye-ediyor/ sayfasını ziyaret ederek yarışma hakkında diğer bilgilere ulaşabilirsiniz.


Olmaz olmaz deme hiç!..

11 Şubat 2012 Cumartesi

2Şubatgecesi.İzmir'denİstanbul'adoğruotobüsteyolalmakteması.


2 Şubat gecesi, Topçular - Eskihisar arasında bir yerlerde bir vapur

            Hava ayaz mı ayaz, ellerim ceplerimde…
Kendisinı bayıla bayıla izlediğim, 10 sene öncesinde öldüğü gün ardından hüngür hüngür ağladığım Barış Abi’yi de andım böylece. İki kasetten oluşan Mançoloji albümünü hâlâ saklarım.

            Topçular- Eskihisar vapurunda sahlep kokuları ve insanların garip bakışları altında, kız popülasyonunun birkaç kişiyle sınırlı olduğu üst katta, ayakta telefonumu şarj ederken Gogol’ün, “Bir Delinin Anı Defteri”ni okuyordum. Düşündüren komik hikâyeler vardır ya… Güldüğüm an, yok yok gülmemeliydim sanırım diye düşündüğüm çokça zaman oldu.
            Ve Eskihisar’a yaklaşırken elimde kitabım, kafamda berem, boynuma sıkıca sardığım yüzümün yarısını örten atkım ve kenetlenmiş ellerimi sıcacık tutan eldivenlerimle ışıklara bakıyordum. Kar tanelerinin serpilişine inat deniz pürüzsüze yakındı. Soğuktu, burnum üşüdü ama deriiiin bir nefes aldım, parmak uçlarımda yükseldim ve nefesimi verirken, suratımda gülümseme, yere bastım tekrar.
           
            Hoşluk var içimde. 9 saattir otobüste yolculuk yapsam da karın beyazlığında kaybolmak güzeldi. Ve sonrasında geceyi ışıklara doğru süzülen bir vapurla bütünlemek…
            Merdivenlerden inerken hafifçe geriye baktım. Beyaz köpüklerin etrafında gördüğüm karanlık korkutucuydu. Yalnız olmanın tedirginliğiyle bu belirsizliğin içine çekilmemek için hızlandırdım adımlarımı.
            Kamyonların arasında kaybolsam da tüm o görüntüler ve içime işleyen soğuk, tazelik verdi bana. Şimdi de beyaz, ölü, pis bir otobüs ışığında kargacık burgacık bir el yazısıyla, kulağımda Teoman’ın son albümünden ezgilerin eşliğinde bir şeyler karalamak var sırada.
            Hayat güzel!..

uuupuzun.

Upuzun cümlelerim var benim.
Yazdıkça yazasım geldiği için sonlandıramadığım cümlelerim.
Kısa kısa anlatmak lazım galiba bazı şeyleri, konuyu uzatmadan, olabildiğince kısa ve öz olacak şekilde...
Bunu derken bile cümlelerimi ne kadar çok uzatabileceğim gerçeğiyle yüzleşiyorum bir anda.

Neyse, yavaş yavaş kısalacak bu cümleler ve ben de kendimi birkaç kelimeyle ifade edebildiğim minimal bir yaşantı ve sınırlı bir iç dünyaya sahip olabileceğim.

28 Ocak 2012 Cumartesi

bir tatil daha böylece biter...


Dansla, müzikle, resimle, felsefeyle, edebiyatla, heykelle, tiyatroyla, sinemayla, operayla geçen bir ömür hayal ettim biraz önce. Politikadan, siyasetten, hayatın yoğunluğundan uzakta, sadece saydıklarımın çevresinde örülmüş bir hayat… En azından hayattan yaptığım kaçamaklarda, kendimi tüm bunlarda kaybettiğimi hayal ettim. İçine biraz Paris’in ışıklarını kattım geceyarısında, biraz Viyana’nın muhteşem tarih kokusunu, İstanbul’un denizinin martı sesleri de eşlik edince de daha bir mükemmele yaklaştı her şey.
Son iki haftadır konserle başlayan sanat serüvenimi izlediğim en kısa ama en anlamlı oyunlardan biriyle sürdürdüm: Kontrabas. Ve sonrasında geç kaldığım için bir anda içeri giremeyeceğim tedirginliğiyle sarıp sarmalandığım bir sergi… Ardından, nasıl bir ruh hali ve mental durum içerisinde yaptığını hiç tahmin edip empati kuramayacağıma inandığım Salvador Dali resimlerinin arasında kaybettim kendimi. Derken bugün de Slavoj Zizek’i canlı canlı dinleme fırsatını üşengeçliğim ve kapıda oluşacak olası bir izdihama dair korkumdan ötürü kaçırmama rağmen kendisini CNN Türk’te SoruYorum’da tam 1 saat 45 dakika boyunca gözümü bile kırpmadan izledim. Araya 1 Erkek 1 Kadın’ın ilişkiler üzerine bol kahkahalı tespitlerini de ekleyip geceyi MDT İstanbul’un Seyahatname 2 isimli yeni dans gösterileriyle ilgili haberle kapatıyorum.

Tüm bunların arasına sıkıştırılmış Irvan D. Yalom’un uzun zamandır hiçbir kitabın beni etkileyemediği kadar çok etkileyen ve sürükleyiciliğiyle heyecan içinde okumamı sağlayan, rahatsız edici değil daha çok kendi davranışlarımı onaylatır biçimde sorgulamalar yapmama sebep olan kitabı Nietzsche Ağladığında’yı ve Behçet Necatigil’in kızı olduğunu önsözde okuduktan sonra öğrendiğim Ayşe Sarısayın’ın Denizler Dört Duvar gibi etkileyici ismi ve gerçekten çarpıcı öykülerinden oluşan kitabını okudum.
Bugün’ün Özdemir Asaf’ın ölüm yıldönümü olmasına ithafen Benden Sonra Mutluluk’tan rastgele sayfalar seçip okuduğum şiirlere, Milan Kundera’nın daha ilk cümlesinde Nietzsche’den bahsederek beni kendisine ısındıran kitabı The Unbearable Lightness of Being (Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği)’i de eklediğimi söylemeyi unutmamak lazım… Yaz yağmurunda ıslanmış Prag gününe gittim ara ara. Sayfaları çevirmektense, beynimin içinde günleri atladım yavaşça, usul usul, hiç acele etmeden. Şırıl şırıl akan ırmağın üzerindeki köprülerden geçtim, Kafka müzesine yol aldım. Kısıtlı zamanımda bile hiçbir kere bile kolumdaki saate bakmadan içerisinde durduğum o eski kitapçıya girdim. Derken yağmurun bastırmasıyla çok şık bir restauranttan içeri adım atıp ziyafet çektim kendime. Yürümeye başladım ardından, yağmurdan korunmak için bu sefer de mum ışıklarının kırmızısında sıcak çikolatamı yudumladım gri gökyüzüne karşı. Ve bunları bir kenara bırakıp, bir sonraki İstanbul’a gelişim için şimdiden yerimi ayırttığım Haluk Bilginer oyununun hayaliyle İzmir’e gittiğimin ikinci haftasında geçirdiğim bu sömestr tatilini anımsatacak bir opera biletini (Turandot) elimde bulundurduğumun farkındalığıyla sırıttım.
Bir tatil daha biterken ve beş haftaya sıkıştırılmış kompakt bir ders yığını beni pazartesi günü 8 buçukta amfide karşılayacakken, geçirdiğim güzel günleri hatırlamak gibisi yok. Biraz can yakıyor ama hayattan kaçışın hikâyesi sanatla sonlandığı an benim suratımda hafif bir tebessüm hemen yerini alıyor.
Dream on until your dreams come true!.


20 Ocak 2012 Cuma

lise yılları

Her şey iyi, güzel, çok da şahane gidiyor hayatımda - Tanrım, nazar değmesin de! :) -  ama ben okulumu - yani daha doğrusu lisemi - çok özledim.

Bu manzaraya karşı oturup az konuşmadım kendimle, yanımdakilerle.
Rüzgârın sesi, belki de, plato'daki taşın üzerine oturup, kendimle başbaşa kaldığım zamanlardaki kadar anlamlı gelmedi hiçbir zaman bana.

Ve biraz daha ağaçların arasına karışınca, rüzgâr yerini yaprakların hışırtısına bırakırdı. En sevdiğim melodiler yankılanırdı kulaklarımda. Gemilerin düdükleriyle irkilirdim çokça. Servisi kaçırmamak için geriye doğru koşardık kimi zaman da nefes nefese. Soğuktan üşürken, ceketlerimizi de paylaşırdık işte yine biz bu manzaraya karşı. Su savaşı da yapardık, elimizde koskoca pizza dilimleri birbirimizin peşinden de koştururduk. Gözyaşlarımız kahkahalarımızla beraber kuruyup kalırdı yüzlerimizde.

Ve bu yol... Son senemde okulda olduğum her gün, neredeyse istisnasız bir şekilde uzun tenefüsüm (ve bazen de sabah daha dersler başlamadan önceki yarım saat) bu yolu yürüyerek geçti. Neler neler konuştuk biz bu yoldayken? Ellerimizde kahvelerimiz, konuştuk da konuştuk. Nasıl o kadar çok anlatacak şey vardı bilemedim. İşte, bilemediğim için de zaten "o yol" çok farklı anlamlar kazandı bir süre sonra. Ve bu yolu arşınlarken adım adım, büyüdüm/ büyüdük. Çok şey de öğrendim haliyle.

Tersten gidiyorum gibi oldu. Bu manzara beni 2005 senesinde okula aşık eden manzaraydı ve tabii az biraz da görkemiyle ürküten... Arabayla alt kapıdan ilk kez girip de böyle büyük bir binayla karşılaşınca, minicik olan ben şaşakalmıştım. O, çok büyüktü. Ben ise çok küçüktüm. Gittikçe biz de büyüdük. Yukarı baktıkça boynum daha az ağrımaya başladı. Beş dakika içinde okulun bir ucundan bir ucuna koşarak derslere yetişmeyi öğrendim. Buradaki yolu nefesim kesilmeden çıkmayı başardım ve de beş sene sonunda. 

Çok zor zamanlarım geçti. Hep mutlu muydum? Hayır. Ama hayatımın en anlamlı ve en değerli anlarını ben bu okulda yaşadım. Mükemmel insanlarla tanıştım. Bu tanıştıklarımla çok şeyler paylaştım. Kısacık anlara hayatlarımızı sığdırdık. Hayallerimizi, sevinçlerimizi, üzüntülerimizi... Okula adım atmam yetti bazen içimi ısıtmama. İşte, o yüzden zaten bu fotoğrafları böyle görünce çok duygulanıyorum. İşte, o yüzden ben okulumu ÇOK özlüyorum.

Eksik kaldı yine anlatımım ama fotoğraflar bana o kadar çok şey ifade ediyor ki, sözcükler de böyle yetersiz kalıveriyor...