19 Kasım 2011 Cumartesi

30. Uluslararası İstanbul Kitap Fuarı

8 yaşımdan beri (28 ve 29.su dışında) her sene gittiğim bir yer: 
İstanbul Kitap Fuarı.

CNR'dayken de giderdik, TÜYAP'tayken de gitmeye devam ediyoruz.
Gitmediğim son iki sene hayatımda bir eksiklik varmış gibi geldi hep. İstanbul'daki bu fuara gitmek o kadar rutini olmuş ki hayatımın.

Kemal Özer'i ilk kez bu fuarda tanıtım mesela ben.
Küçüktüm. Bir standın önünde Nasreddin Hoca şiirlerine bakıyordum.
Masanın hemen arkasında sevimli bir amca vardı.
Babam geldi yanıma. Bu kitabın yazarı kim, biliyor musun? dedi.
Farkında bile değildim o an.
Hayatımın ilk imzalı kitabı da O'nunki sanırım.

Sonra az kuyruklarda beklemedik kitap imzalatabilmek adına.
Bitmek bilmez kalabalıkların bir köşesinde, sıcaktan bunalsak da elimizde kitaplarımız sabrettik.
Annemle babam biraz ileride beklerken, biz ablamla dururduk.

Yakışıklı diye Tuna Kiremitçi'den imza aldığımız zamanlar bile vardır mesela. *ilkgençlikhevesidiyelimbunada:)*

Zeynep Oral'ı okulda dinledikten az bir zaman sonra, kendisiyle kitap fuarında muhabbet etmişliğimiz de vardır.

Kitaplarını severek okuduğum ama simalarını bilmediğim insanları da babamın göstermesiyle yine böyle kitap fuarlarında tanıdım ben.

Eskiden öyle Taksim'deki Robinson Crusoe'ya gidip kitap alacak yaşta değildim.
Beyazıt'taki sahaflara giderdik gerçi babamla.
Bir de Cağaloğlu'ndaki kitapçılara; ne de olsa kitabevlerinin merkezleri hep oralarda.

O yüzden ben kitap alışverişlerimi hep fuardan yapardım.
Cumhuriyet Kitap Eki'nde açıklamalarını beğendiğim kitaplar, babamın önerileri, önceden okuyup beğendiğim yazarların yeni çıkmış kitapları... Hepsi listemin en üst sıralarında yer alırlardı.
Bir sene boyunca okuyacağım kitapları hep fuardan alırdım ben.
Ellerim dopdolu, taşıyabileceğimin üstünde yüklerle çıkardım fuar alanından, bir an önce eve koşup yeni bir kitabı okumaya başlama hevesiyle mutlu...

Kitap fuarlarında başladım işte ayraç biriktirmeye.
Güzel olanlarını seçip ayırdım, yine babamın yardımıyla kartondan çerçeveler hazırladık onlara.
Ayraç albümleri oluşturduk.

İşte, bu sene de hazır ben de buradayken fuara gitmeye karar verdik babamla.
İkimiz de üşendik başta.
Gidilecek zamanı erteleye erteleye ancak dün gidebildik.

Ben mi değiştim, yoksa kitap fuarları mı bilemedim bir türlü.
Sanki eski heyecanımı yitirmiştim.
Belki de 1 saatten fazla süreyi sıkışık bir trafikte geçirmiş olmanın ve sabah erken kalkıp Avrupa Gençlik Parlamentosu için birçok gazeteciyle görüşmenin verdiği yorgunluk beni böyle hissettirdi.
O eski tadı bulamadım.
Kitap fuarında elele gezen çiftler, mesela, çok boş gözüktüler bana.
Arkada standları da kadraja alarak fotoğraf çektiren kızlar da sanki oraya okulları tarafından zorla getirilmiş gibilerdi.
En çok ilkokul çocuklarını görmekten mutlu oldum.
Lise gençliği fazla ergen ve anlamsız gibi durdu nedense bana.
Sonra dün değerlerimi sorguladım biraz.
Ceplerimi yokladım, değer kırıntılarını bulabilmek için ama geriye kalan çok az şeyi görünce moralim bozuldu.
3-4 sene önce lisedeyken, darağacındaki o üç fidanı tanımayan biriyle aynı masada yemek yiyemem diyerek masayı terk eden ben hep "aynı" görüşler üzerine kitap basan bazı yayınevlerine bakmadan geçip gittim önlerinden.
Hep aynı konuların konuşulması nasıl canımı sıkıyorsa hayatta, kitaplarda da tarz değişikliği olması gerektiğini hissettim galiba.
En ateşli savunduğum konuların beni eskisi kadar ilgilendirmemesi artık apolitize olmaya başladığımı mı yoksa zamanın gerektirdiği şekilde sadece kendi işime gücüme bakıp zamanın içinde kaybolma girdabına girdiğimi mi gösteriyor, pek karar veremedim açıkçası.

Tüm bunlara rağmen ama kitap imzalatırken yüzünde gördüğüm gülümsemeye uzun süre bakakaldığım bir çocuk vardı.
Bana kendimi hatırlattı.
O kadar içten gülümsüyordu ki adını söylerken ve sonra yanındaki o minik kız.
Ellerinde kitaplar, hocalarının yanına doğru gitmeleri...

Ve söylemeden geçemeyeceğim bazı yayınevleri.
Kitap kapaklarının tasarımı, yazılarının tipi, boyutu, sayfalarının kokusu ve bastıkları kitapların içerikleriyle saatlerimi standlarında geçirebildiğim yerler: Ayrıntı, Sel, Can, İnkılap, Metis, YKY

Önceki senelere kıyasla bu sene iki kitap aldım sadece.
Onur Konuğu olan Ferit Edgü'nün Hiçkimse'si ve Yorgun Anılar Zamanı'nı seneler önce okuyup çok beğendiğim Ayşe Sarısayın'ın Denizler Dört Duvar'ı...
Gelecek seneyi benimle geçirecek Metis ajandamı da unutmadım tabii ki.
Bu senenin konusu: olmayan kelimeler.
Kapak tasarımını ve rengini çok sevdim.

30. İstanbul Kitap Fuarı temasını da söyleyip bitirelim.
umut: düş mü? gerçek mi?
hope: dream or reality?

Herkese iyi okumalar...

17 Kasım 2011 Perşembe

going home is more difficult than going forward.

615 sayfalık bu kitabın artık 502. sayfasındayım.
Çözülme aşamasında olaylar ama hâlâ kafamda birden fazla senaryo var nasıl çözüm olacağıyla ilgili.

"...going home is more difficult than going forward. the path back is misleading..." (481, Kafka on the Shore)

Zaten bu quote yeterince self-explanatory benim gözümde.

Geride kalanlar, geçmişte kalanlar yanıltıcı olabiliyor.
Sonuçta önümüzde bulunan yaşanmamışlıkları kendimiz, doğrusuyla yanlışıyla ama yine de kendi inandığımız biçimde şekillendirebiliriz.





dipnot: Murakami çevirisi yapılmaya başlanmış Türkçe'ye. Mesela bunu, "Sahilde Kafka" diye çevirmişler. Norwegian Wood'u da İmkansızın Şarkısı olarak.


15 Kasım 2011 Salı

eskiden yazdıklarımın bir kısmını okudum bugün.
bu da onlardan biri işte...

            Yüzünün tamamını pudraladı. Her yeri, iyice, hiçbir noktayı atlamadan… Geçti ayna karşısına sonra da. Eline bir boya fırçası aldı, ucunu hafifçe ıslattı. Etrafa su damlatmaktan kaçınarak, yavaşça göz pınarına doğru yaklaştırdı fırçayı. Narince, incitmekten korkarcasına bir yol çizdi yanağından aşağıya doğru. Sonu belirsiz bir yol. Sonra da diğer yanağına başladı çizmeye, ama yarım bıraktı. Bitirmekten korktu. İlkleri yaşamaktan korktuğu gibi, bu sahte gözyaşlarının kaderi olmasından korktu. Ürperdi, içi titredi. Midesi bulandı. Şakaklarını hafifçe ovuşturmaya başladı elleriyle, gitgide sertleşti. Başı daha çok ağrıdıkça, başparmaklarıyla daha çok bastırır oldu. Ve geri çekildi. Aynadan uzaklaştı ama geri geri. Ona bakarak attı adımlarını. Arada parmaklarıyla ordalar mı diye kontrol ederek sahte gözyaşlarını.
            Sonra bir hıçkırık duyuldu hafiften. Ardından şangırt diye bir ses, sonrasında derinden gelen ama zamanla bir böğürtüye dönüşen bir ağlama. Kim için, ne için olduğu belirsiz, içten gibi gözüken bir ağlama… Belki de çizilmiş gözyaşlarını gerçeğe dönüştürme çabası?..
            Ağlamayı hem bu kadar çok isteyip hem de bir an önce kendini durdurmaya çalışması biraz anlamsızdı ama sanki. Yine kafasından binlerce soru cümlesi geçiyordu ve o, bu sorulara cevap vermeye çalışmak yerine şuursuzca ağlıyordu. Hiç yakışmadı, değil mi?
            Milyonlarca parçadan oluşmuştu, hangisinden vazgeçeceğini bir türlü bilmeyen. Vazgeçmek de istemeyen aslında. Ama yine de, bu önyargılı “ben”den kurtulmak için her şeyini feda etmeye razı olan… Ne kadar çelişkili bir benlikti ki bu böyle? Ne kadar ne olduğunu bilmez, ayakları yere basmaz, eskilerin tabir edeceği şekliyle…
            Kısa bir düşünme molası verdiği bu ağlama seansına yeniden başladı. Aynasına ihtiyacı vardı. Kendini bir kâğıt parçasıymışçasına buruşturup attığı odanın köşesinde yavaşça eteklerini toparladı. Poposunun altına kıvırdığı ayaklarını, canının acımasına aldırış etmeden oynattı, dizlerini biraz kendine çekerek, hareket alanı yarattı kendine koskocaman odanın içinde camdan bir fanusmuşçasına kendisini içine hapsettiği o bit kadar köşede. Karanlıktı. Banyonun ışığı ulaşıyordu gerçi ama romantik bir loşluk kattığı için rahatsız olmuştu. Elleriyle yeri taramaya başladı. Kırık parçalardan biri parmak uçlarına değince aldı yerden. Işık bu sefer işe yaramıştı. Kendisine bakmaya çalıştı o ufacık parçadan. İnceledi, inceledi. Ağzını yüzünü buruşturdu sanki sahnede rol icabı ağlıyormuş gibi. Olmadı, bir şeyler gerçekçi değildi. Olmayan, yerine oturmayan bir şeyler vardı.  Olması imkânsız değildi ama değil mi?
                                              

13 Kasım 2011 Pazar

untitled (isimsiz)

biz farkında değilken birileri bizim sesimizi mi kesiyor?

12. İstanbul Bienali'ni gezmek için bugün SON gün!

11/11/11 tarihinin özgünlüğüne yakışacak bir biçimde, ben de bienali 2 arkadaşımla geçtiğimiz Cuma günü gezme fırsatı buldum.

Labirent şeklinde dizayn edilmiş Antrepo 3 ve 5'te zaman zaman nerelere gideceğimizi şaşırıp, hafiften yolumuzu doğrultamasak da, gri duvarların arasında İsimsiz'e ait sanat eserleri ve beyaz renkle boyanmış duvarlarda da kişisel eserleri görebileceğimizi bildiğimizden bir şekilde labirentte kendimizi ve birbirimizi kaybetmeden çıkışı bulabildik.

Modern sanat her ne kadar yoruma açık olsa da, yine de böyle sergilere önceden bir şeyler okuyup, az biraz fikir sahibi olarak gitmekte fayda var bence. Her ne kadar sanat eserine baktığımda benim yorumum önemli olsa da viewer olarak, sanatçının bana convey ettiği/ etmeye çalıştığı mesajın da bir şekilde benim tarafımdan doğru algılanabilmesi gerektiğine inanıyorum.

İsimsiz (Ateşli Silahla Ölüm) kısmından çok etkilendik.

"that soldiers killed/ the soldiers are being killed" gibi sözcükleri oluşturan, neon ışıkların yanıp söndüğü ve çeşitli cümlelerin kurulduğu bir harfler bütünü vardı - ki yazdığı tezatlıkların aynı harfler kullanılarak oluşturulduğunu görmek etkileyiciydi gerçekten.-

Sürekli arabanın yaklaştığı ve her seferinde, "Eyvah! Çocuğu ezip geçecek!" düşüncesiyle tamamını izleyemediğimiz bir video çalışması vardı mesela.

Sonra kurşun deliğinin kafa üzerindeki fotoğrafı hiç bu kadar canlı ve mide bulandırıcı görünmemişti bana daha önce.

Sonra İsimsiz (Ross)'ta da eşcinsellik konusu işlenmişti.

Kutluğ Ataman'ın (hakkında daha fazla bilgi için resmi websitesi: http://www.saatleriayarlamaenstitusu.com/site/main) askerliğe kabul edilmeyişiyle ilgili fiziki muayenesinin sonuçlarını yazan raporu vardı - ki orada en çok vurgulanan kavram hareketlerin, davranışların, sanatçının konuşmasının effeminate oluşuydu -

İsimsiz (Tarih)'te de aklımda kalanlar; yan koyulmuş bir kum saati (çalışmanın adı: Askıda Kalan Zaman'dı), TIME dergisinin ilk sayısından günümüze kadar kapak fotoğraflarının birbiri ardınca gösterildiği bir slayt gösterisi, yılları gösteren cetveller (mesela bir darbe cetvelinde, Türkiye'deki darbelerin tarihi işaretlenmişti) ve ifade edemeyeceğim toplumsal baskı ve elektriksel dışavurumun yansıtıldığı bir oyuncak


İsimsiz (Pasaport)'ta her yere çeşitli dillerde, "HER YERDE YABANCI!" yazılmıştı.
Verilmek istenen mesajı gayet güzel ifade ediyor bence bu sözcükler.

Bienal'in ithaf edildiği (adına düzenlendiği) Küba asıllı Amerikalı sanatçı Felix Gonzalez-Torres'in İsimsiz eserlerini de bilmek lazım tabii ki bu noktada. (12. İstanbul Bienali'ni Gezmeden Önce Yapılması Gerekenler! - Mimarizm)

Herkesin bienalden çıkarımları farklı olacaktır.
Bunlar sadece benim aklımda kalanlar.

Sanat dolu bir 11/11/11'di bizim için, güzeldi.

10 Kasım 2011 Perşembe

ah istanbul.

Uzanıp Kanlıca’nın orta yerinde bi taşa
Gözümün yaşını yüzdürürüm Hisar’a doğru
Yapacak hiçbir şey yok gitmek istedi gitti
Hem anlıyorum hem çok acı tek taraflı bitti

Bi lodos lazım şimdi bana bi kürek bi kayık
Zulada birkaç şişe yakut yer gök kırmızı
Söverim gelmişine geçmişine ayıpsa ayıp
Düşer üstüme akşamdan kalma sabah yıldızı

Ah İstanbul İstanbul olalı
Hiç görmedi böyle keder
Geberiyorum aşkından
Kalmadı bende gururdan eser

Ne acı ne acı insan kendine ne kadar yenik
Bulunmadı ihanetin ilacı yürek koca bir karadelik
Yapacak hiçbir şey yok gönül bu sevdi
Yeni bir ten yeni bir heyecan bilirim üstelik


dinlemek için: http://www.dailymotion.com/video/xcvq7e_sezen-aksu-ah-istanbul_music

anlam aramak çok anlamsız gelmeye başlar ya bazen. 
işte o anlarda dinlenilir bu şarkı.

2 Kasım 2011 Çarşamba

is.tan.bul dememe son 2 gece.
165 soruluk teorik nöroanatomi sınavıma da son 2 gece.
niye bu kadar çok çelişki var ki bu dünyada?..