Uzun zaman önce yazılmışlar...
Beyaz, tüllü, upuzun bir elbise var kızın üzerinde. Beline kadar gelen siyah saçları, tepesinde taze, yeni toplanmış kır papatyalarından yapılmış bir taç, esen rüzgârla oradan oraya savruluyor. Elbisenin bir omzu hafifçe düşmüş; ayakları çıplak, bileğinde inci bilezik, boynunu çepeçevre saran inci bir kolye, sanki inci yağmuruna tutulmuş gibi kulak memelerinden aşağı doğru sarkan süt beyazı taneler…
Yavaşça adım atıyor, tenine temas eden kum parçalarıyla içi bir hoş oluyor. Yumuşacık bir his bu... Kadife pürüzsüzlüğünde bir duygu…
Derken hafif bir müzik başlıyor arka fonda, “Hello my love, it’s getting cold on this island…” Kıvrak bir ritm, insanı başka âlemlere sürükleyen, hülyalara daldıran birkaç söz…
Eteğin tülleri bir o yana bir bu yana, kızın kıvrılan belinin hareketlerine uyumlu dalgalanıyor. Mırıldanıyor kız, sözleri tekrarlıyor; kendi etrafında dönüp, hafif salsa adımlarıyla kendinden geçiyor. Hoş bir tebessüm yayılıyor suratına, yanaklarında bir kırmızılık, ağzında buruk bir şarap tadı, başı döner gibi… Öyle güzel hissediyor ki, öyle tatlı bir sarhoşluk ki bu yaşadığı, hiç bitmesin istiyor. Hayal dünyasındaki bu pembelik hiç kaybolmasın, şişirdiği balonlar patlamasın, dilek ağacına iliştirdiği o minik, kırmızı bez parçaları el ele verip gerçeğe dönüşsünler, hep istediği gibi bir hayat olsun onunkisi…
O anda, bir çocuk beliriveriyor arkadan. Siyah bir ceket üstündeki, içinde mavi-beyaz çizgili bir gömlek, ne çok iri ne de çok cılız; suratında içten bir gülümse kavrıyor kızı belinden. Kızın kıvrak figürlerine hemen ayak uyduruyor. Elleri de o kadar sıcak ki, kızın bırakası gelmiyor. Yumuşacık bir his daha… Kızı kendine doğru çeviriyor, bir elini tutup kendi etrafında döndürüyor. Ne güzel, kızın başı daha da dönüyor, sarhoşluğu artıyor, gözlerindeki ışığı etrafa saça saça baygın bakışlarıyla süzüyor çocuğu. Mutlu. Hayalperest, güzel hayallerin peşinde daha sıkı sarılıyor çocuğa, onun nefesini içine çekmek istiyor, daha çok “onun” olmak, kendini onda kaybetmek…
Geride hiçbir şey kalmasın, geride kalanlar hatırlanmasın bile ve çocuk, nasıl birdenbire giriverdiyse hayatına, onu elinden tutup birdenbire uzaklara götürsün… Kimsenin haberi olmasın, anlık bir bulut geçişi nasıl bir anda yağmur bırakırsa aşağıya, öyle pöf diye havaya karışsınlar…
Hep gülsünler, hep gülsünler, hiç ağlamasın kız, hiç üzmesin çocuk onu…
Usul usul aydınlanırken ortalık, bir anda bir boşluk hissediyor kız çevresinde. Eksik bir şeyler var sanki; yarım kalmışlıklar, tamamlanamamışlar, sebepsizce tamamlanamayacaklar, tamamlatılmayacaklar…
Çünkü çocuk gitti, bu “mutluluk oyunu” da bitti. Nokta kondu, hayallerindeki her şey uçup gitti. Bir tek ayak izleri kaldı kumsalda, onlar da yavaş yavaş siliniyorlar. Tüm yaşanmışlıkların, yaşanılmaya çalışanların, yaşanılmak istenenlerin üstünü örtüyor silikleşen bu izler. Sanki hiç orada değillermiş gibi, sanki hiç orada bulunmamışlar gibi…
Keşke.