20 Haziran 2012 Çarşamba

Hayatımın en güzel gün batımlarından birini dün 20.30'da Üçkuyular'dan Bostanlı'ya giden bir İzmir vapurunda izledim. Güneş batarken ardında tepelerin *Teletabiler'e selam yolluyoruz bu noktada* kıpkırmızı bir gökyüzü vardı karşıda. Salınarak ilerleyen bir vapurda suların yavaşça çıkardığı şıpırtılara eşlik ediyordu bu kızıl-turuncu-sarı karması.

Sonra birden bir gemi ufka paralel yanımızdan geçti. Ardından suyun üzerine beyaz bir çizgi çekti. Yarım saatlik vapur yolculuğunda yönümüzü tayin eden de bu hiç kaybolmayan çizgiydi. O an fark ettim ki, deniz eşitlik demek. Karada olduğu gibi sınırlar koymuyor insana. Tamam, kıta sahanlığı gibi düzeni (!) korumaya (!) *evet, bir ünlem de buna lazım.* yarayan politik sınırlar var ama bu istersem eğer benim kendimi suya bırakıp sürüklenmemi hiçbir şekilde engelleyemez. *Yani en azından dün böyle hissettim ben.* Sular birbirine karışırken, alttan üstten sürekli bir yer değişimi olurken sınır denilen şey nasıl varlığını sürdürebilir ki zaten?

Sonsuz özgürlük vaadediyor sular. Arada kendine çağırıyor ve aynı Orhan Veli şiirindeki kız gibi süzülerek sulara karışasım geliyor benim de.
*İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı;
Kuşlar geçiyor, derken;
Yükseklerden, sürü sürü, çığlık çığlık.
Ağlar çekiliyor dalyanlarda;
Bir kadının suya değiyor ayakları;
İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı.*
Derken sıcağa çalan ılık ve samimi bir Esmira gecesinde haykırıyor Genco Erkal, Ben Bertolt Brecht oyununda: "Önce ekmek, sonra ahlak!"*İnsan Neyle Yaşar? - Bertolt Brecht* Tülay Günal -ki kendisi hem sesi hem de oyunculuğuyla mükemmeldi- çocuk oluyor ve bir anda soruveriyor: Eğer köpekbalıkları insan olsalardı, küçük balıkları yemezler miydi? ve Genco Erkal, insan olan köpekbalıklarını ve su altında olacakları anlatıyor bir bir: Önce sandıklar, sandıkların içinde her çeşit yem olurdu (!) Büyük küçük balıklardan bir komutan seçilirdi ki düzen sağlansın (!) ... Sonra dua etmeye başlarlardı - bir toplumda bu değerlerin olması çok mühim sonuçta (!)
Bir yerde de, "Bilin: Halkın ekmeğidir adalet!" *Halkın Ekmeği - Bertolt Brecht* diye söze giriyor Genco Erkal ve devam ediyor: "Ekmek her gün nasıl gerekliyse nasıl, adalet de gerekli her gün, hem o, günde birçok kez gerekli."
Sömürü düzeni, bozuk adalet sistemi, savaşlar, kadının toplumdaki yeri... Hepsi hakkında söyleyecek bir şeyleri var Brecht'in. Ben O'nu sadece babamın bana sahaflardan aldığı, "Aşk Şiirleri" kitabından tanıyordum. Meğerse bilmediğim neler varmış Brecht'e dair...
Ve sona yaklaşırken oyun bu iki muhteşem şahsiyet o meşhur Enternasyonal'i seyircinin de katılımıyla beraber söyleyerek gönülleri bir kez daha fethederlerken acaba farkındalar mı ki hayatıma öylece dokunup geçivermekten ziyade kendilerini hayatımın parçası yapıyorlar?..

6 Haziran 2012 Çarşamba

Gündeme dair iç dökmece - Evet, Benim Bedenim; Benim Kararım. -



Bir internet sitesinde; Liberal çevreler kadar sol-sosyalist, Kemalist ve Kürtçü çevrelerin de sözde kadını özgürleştirmek için kullandığı çerçeve sloganları olan “Beden benim; istediğimi yaparım. Çocuk benim değil mi, ister doğururum ister aldırırım, kimsenin namusu değiliz” sloganları… kadınları namus, iffet, sadakat ve aile anlayışından koparmayı hedeflediği çok açık,
Kürtajı masumlaştıranların önemli bir kesimi; örtüyü, namazı, orucu ve diğer ibadetleri çirkin ve zararlı göstermek, hatta yasaklamak için canla başla mücadele etmişlerdi. Başörtüsü yasağını hukukî kılıflar uydurarak meşrulaştıranlar, kürtaja bilimsel kılıflar uydurarak, meşrulaştırmaya çalışıyorlar,
…Tarihte kürtajı politik bir nüfus planlaması olarak kullanan ilk kişinin Firavun olduğunu, Hz. Musa’nın da kürtajdan kurtulmuş bir çocuk olduğunu ifade etti,
Kürtaj, henüz doğmamış bir insanın hayattan kazınması ise; canlı bir varlığın hayatı ya da ölümü hakkında nasıl karar vereceğiz?” sözlerini okuduğumdan beri düşünüyorum. Aynı zamanda altta, “Kürtaj serbest bırakılsın diyen arkadaşıma” diye başlayıp, “ben de senin ananı, kız kardeşini, karını yapsam bir şey demezsin herhalde. Nasılsa onun malı, onun kararı” diye tamamlanan yorum da kafamdan gitmek bilmiyor bir türlü.

Sonra aklıma Mardin’de, 13 yaşındaki N.Ç’nin 26 kişi tarafında tecavüze uğradığı geliyor. Tecavüzde bulunanların spektrumu askerinden memuruna, esnafından, ensesi kalın kamu görevlilerine kadar geniş olduğundan hemen bir hukuki kılıf uydurulmuştu: KENDİ RIZASIYLA… Bu N.Ç evlenmek istese muvaffakatname istemeyecekler miydi? Bu N.Ç. okulu bırakmak istese devlet baba(!) ona bir şey sormayacaktı, rızası olup olmadığına bakmayacaktı bile. Oy bile kullanamazdı ki N.Ç. 13 yaşında. Işte bu N.Ç. ama her nasılsa, 26 kişinin hepsine birden TAMAM diyor. Toplumda en çok tabu görülen konuyu kulak ardı ediyor, ileride gerdek gecesinde kan gelmezse baba evine gönderileceği korkusunu filan da göz ardı edip anlık hazzın çekiciliğine kendisini kaptırıveriyor, öyle mi? Hem de 26 kişiyle birlikte…

Ve Bartın’da 15 yaşındaki Ç.K.
Yapılan tespit ve toplanan delillere göre; mağdure Ç.K.’nın zekâ düzeyinin yeterince gelişmemiş olduğu, ailevi problemlerinin bulunduğu, anne ve babasının ayrılması neticesi psikolojik sorunlar yaşadığı, düştüğü bu durum neticesi bir çoğu rızaya dayalı ilişkiler yaşadığı, bunlardan birinin (halk arasında anlaşıldığı şekilde) tecavüz niteliğinde gerçekleştiği, diğerlerinin ise cinsel istismar ve cinsel taciz mahiyetinde olduğu, soruşturmanın halen devam ettiği, mağdurenin bu aşamada koruma altına alındığı anlaşılmıştır.” Zekâ düzeyi yeterince gelişmemiş bir kız nasıl olur da, KENDİ RIZASIYLA biriyle cinsel ilişkiye girebilir ki?..

Kız kısmının” hor görüldüğü böyle bir zihniyet altında bir de çıkıp kürtaj cinayettir diyorlar. Ortalama eğitim seviyesinin 3. sınıfla sınırlı kaldığı bu ülkede, 21. yüzyılda bile sürekli olarak, “Haydi kızlar okula!” diye kampanyaların yapıldığı bu ülkede, çocuk gelinlerin sayısının bile tam olarak bilinemediği bu ülkede, ortamda bir sessizlik olmasını kız cocuk doğmasına bağlayan –ve erkek çocuk doğmuş olsa duyulacak sevinç çığlıklarının yerini yasın hüzünlü sessizliğine bırakan kız çocuğunun varlığının bile utanç kaynağı olduğu- bu ülkede, acaba doğum kontrol yöntemleri gelişmiş de mi siz kürtaj hakkını elinden almaya çalışıyorsunuz kızlarımızın? Ne yapsın N.Çler, Ç.Kler ve diğerleri; Allah’tan geldi, bu adam bana tecavüz etti ama BENİM çocuğum mu desinler? Diyebilirler mi? Burada ne inancı sorguluyorum ne de sorgulamak istiyorum zaten ama kusura bakmayın da, bir adam geliyor, bana tecavüz ediyor, sonra bir bakıyorum ki hamile kalmışım ve o çocuk Allah tarafından bana yollanmış oluyor. Yok böyle bir şey. En basitinden, o adam gelmeseydi, spermle yumurtanın buluşması olmasaydı Allah da bana o çocuğu yollamayacaktı. Bunu düşünmek için engin tıp bilgilerine sahip olmak da gerekmiyor işin esası. Sadece biraz akl-ı selim bir düşünce anlayışında, tarafsız bir şekilde ve empati kurabilir bir şekilde olaylara yaklaşmak lazım. Acaba o N.Ç. benim kız kardeşim olsaydı? Benim eşim olsaydı? Benim annem olsaydı ve ben KENDİ RIZASIYLA kendisini 26 erkeğe teslim eden N.Ç.nin çocuğu olsaydım? sorularını sorsak bile yeterli olayın özünü kavramamıza.

Birçok ünlü kozmetik markasının her gün binlerce hayvan üzerinde kendi kozmetik ürünlerini test edip onları öldürdüğünü biliyoruz, değil mi? Yine her gün dünya üzerinde milyonlarca insan –genç, yaşlı, kadın, erkek, çocuk fark etmez- dünya servetinin eşit paylaşılmaması yüzünden ölüyor. Dünyayı bırakıp daha yakın çevreye bakarsak, yöneticiler gemiciklerde(!) gezip çocuklarına en lüks yerlerde düğünler yapıp gösteriş içinde hayatlarına devam ederken – ve tabii ki hâlâ elhamdülillah Müslüman olduklarını ağızlarından düşürmezlerken- benim alt sınıftaki insanım o akşam kuru ekmeğinin yanına bir parça peynir de bulabilir mi acaba diye soruyor birbirine – ve tabii ki o da hâlâ elhamdülillah Müslümanım diyor ki belki Yüce Tanrı elini onların da omuzlarına koyar diye-  Yine her gün onlarca kızımız töre cinayetlerine kurban gidiyor. – sadece bizim ülkemizin kızları da değil, Barış Gelinleri’nden Pippa Bacca da 2009’da yine bu ülkede tecavüzle öldürülmüştü, hatırlatırım.-

Tüm bu ölümlerin yanında biz oturmuş, 10 tane canlı hücrenin kadının bedeninden sökülüp alınmasını “cinayet” olarak yorumluyorsak eğer ve toplumun vicdanını da mantığını da bu şekilde sorgulatıp gündemi meşgul edebiliyorsak ben bunun altında art niyet ararım. 30 yıl önce kürtajın serbest olabilirliğini duyuran Diyanet İşleri Başkanlığı’nın, sene 2012’de tam da bu tartışmaların üzerine çıkıp, kürtaj dinen uygun değildir demesini de ikiyüzlülük olarak yorumlarım. Eğer Kuran-ı Kerim’in indirilmesi seneler seneler önce bittiyse –ki İslam inancına göre bu böyledir- nasıl oluyor da Tanrı’nın buyrukları 30 sene içinde şekil değiştiriveriyor?

Kanada’da okuyan bir arkadaşım ülkesinin çok uzak olduğunu yazmış. Gerçek anlamında kendisine kilometrelerce uzak bir ülkesi var onun, evet. Peki ya, biz içerisinde yaşarken artık hissedemediğimiz aidiyet duygusuna ne demeli?

Düşünüp duruyorum sürekli. Ülkemin belediye başkanı çıkıp, “Kadın tecavüze uğradıysa, kendisini öldürüversin. Çocuğun ne günahı var? Devlet ona bakar.” diyebiliyor ve bunu dedikten birkaç gün sonra bir grup kadın çıkıp ona, “Bizi ne de güzel savundunuz.” diyip plaket verebiliyor. Kimse o kadına mahalle arasında orospu – özür dilerim ama böyle maalesef- gözüyle bakıldığını, ileride de doğacak o çocuğa piç diyeceklerini ve tüm bunlar olurken buna sebep olan adamın ellerini kollarını sallayıp hayatına devam edeceğini dile getirmiyor.

 Bana küçüklüğümden beri anlatılan İslamiyet bu değildi ama. Kadınlar dine göre bu kadar aşağılık değillerdi. Yüzlerine tükürüldüğünde, yarabbi şükür demiyorlardı. Bir yanaklarına tokat atıldığında, “O benim evimin direği” diyerek diğer yanaklarını çevirmiyorlardı. Ya da tüm bunlar oluyordu ve ben ütopik bir boyutta hayatımı sürdürüyordum. Bilmiyorum. Artık bilmek de istemiyorum ki zaten.

27 Mayıs 2012 Pazar

Hafif serin bir bahar akşamında tüller pencereden içeri uçuşuyor.
Senenin (umarım!) son olacak sınavına son 5 gün.
Koyu bir kahve. Bilgisayardan gelen flüt ezgileri. Çilekli-yoğurtlu-çikolata.
Ve artık derse dönme zamanı.

6 Mayıs 2012 Pazar

bahar geçmek üzereyken kendi içimde bir bahar temizliği yaptım ben de.


Git-gel’lerle (hayır, yanlış yazmadım. gel-git değil.) geçen son iki hafta içimde biriken sözcükleri dışarı vurma fırsatı bulamadım bir türlü. Defterimi ve lamy’mi minicik dolabımdan her çıkarttığımda gözüm saate takıldı. Kendimi uykumun geldiğine inandırıp, yastığımın altında defterim ve kalemimle uykuya daldım. Zihnime hücum eden düşünceleri, daha çok da duyguları ilk geldikleri gibi paylaşırsam tüm insanlara rest çekmiş olurum gibi hissettim tabii ara sıra. Önce kendi içimde bir şeyler yerli yerine oturmalıydı ve ben ondan sonra bir şey yazacaksam yazmalıydım.

Kasırgalarda ortaya çıkan hortumlar gibi hissettim kendimi bir ara. Kendimden uzaklaşmaya çalıştıkça o girdabın içine fütursuzca çekilen bir ben vardı yani sahnede. Evimdeydim, tatildeydim, canım nereyi isterse oraya gidebilme ve dilediğini yapabilme özgürlüğündeydim ama eksikti bu yaptıklarım. Sürekli kendi içimde sorular sorup cevaplar aradım. Cevaplardan yeni sorular türedi sonra. Onları cevaplamaya çalışırken kendimi ne kadar yıprattığımı göz ardı ettim. Ama neyse, git-tim gel-dim git-tim gel-dim ve şimdilik tekrar buradayım, şimdiki zamanın içinde, ne geçmiş düşlerinde ne gelecek planlarında sadece şimdi’de.

Bu süreçte en çok kafamı kurcalayan samimiyet ve değer kavramları oldu. Çok değer verdiği kişilerden aynı şekilde karşılık göremiyorsa insan kendisini değersiz hissetmesi normal midir? Bir hayatta karşındakini yok saymak ve/veya karşındaki tarafından yok sayılmak kadar insanı yıpratan bir şey var mıdır? Çevrenizdeki herkes gerçekten samimi mi yoksa samimiyet adı altında arkanızdan konuştuklarını duyduğunuzu bilmiyorlar mı? Arkasından tonlarca laf ettiğin insanın yüzüne bakıp sırıtmak bu kadar kolay mı ya da hayat, politik olup herkesle iyi(!) geçinenlerin var olduğu ikiyüzlü bir saçmalık mı?.. Ve daha fazla sorunun varlığıyla sürekli bunalım takıldığım günler birazcık da olsa geride kaldı. Düşünsem düşünürüm ama melankolinin benim tarzım olmadığını ve birkaç iyi söz duyunca ağlayacak kadar sinirlerimin bozuk olmasının bana hiç de iyi gelmediğini fark etmemle, zihnimde uçuşan tozları halının altına süpürmeye ve halının üstüne bastığımda bir şey hissetmediğim müddetçe de bu tozların varlığını yok saymaya karar verdim.

Ve yok saymak demişken, bir gece dışarı çıktığınızda mekanın tam ortasında gözlerinizi kapatıp alelade, düzensiz ve anlamı olmayan şekillerde hoplayın, zıplayın, müziğin ritmiyle saçlarınızı savurun. Mü-kem-mel bir duygu! Arada bakışların, “bu deli de nereden çıktı?” şeklinde değiştiğini fark etmek de çok komik, sonuçta kim deli nereden bilebiliriz ki? Belki de deli dediklerimizdir aslında normal olanlar…

Dün de 37 km bisiklet sürdük 20 kişi. Şu an tuber ischiadicum’lar –ki bu oturduğunuzda yerle temas eden kemik bölümleri oluyor- sızlıyor hafif hafif ama olsun. Kalbin Senin Ellerinde! Projesinin Dokuz Eylül’deki etkinlikler silsilesinin ilk basamağıydı bu. Tabi, İzmir’deki yapılacaklar listesinde silinen maddeler arasına da girmiş oldu bisikletle Küçükyalı’dan Konak’a, Konak’tan vapurla Bostanlı’ya, Bostanlı’dan da Sasalı Doğal Yaşam Parkı’na gitmek…

Dün aynı zamanda Hıdrellez-miş. Hemen güllerimizi aldık tabi, eksik kalır mıyız? Gerçi çok yorgun olduğum için daha tam dileklerimi yazamadım güllere. Gülleri de ne toprağa gömebildim ne de denize bırakabildim ama sahildeki kalabalık heyecanlandırdı beni de. Güllerimi de paylaştım hem yurttaki görevli ablalarla, benimkiyse hâlâ masada duruyor, bakalım bugün yarın ilgileneceğim kendisiyle. Bir de yurtta kalıyor olmanın en güzel yanının, İzmirli hayırseverlerin yurda yakın yerlerde döktürdükleri lokmalardan bizim de nasiplenmemiz olduğunu bir kez daha fark ettim.

Bu kadar uzun blog yazısı olmaz aslında ya son bir şey daha eklemeden bitirmeyeyim, Tıp Öğrencileri Birliği’nin (TurkMSIC) Doğu Anadolu Sağlık Turnesi’ne seçilmişim. Perşembe günü İzmir’den kalkacak uçağım beni Diyarbakır semalarına doğru sürükleyecek. Seneler önce Gaziantep’le başlayan Doğu serüvenim Diyarbakır, Mardin ve Hasankeyf’le sürecek. Gaziantep’te bayılarak gezdiğim bu bölgeye bu sefer beyaz önlüğümle gidecek olmak çok heyecanlandırıyor beni. İzlenimlerimi de paylaşırım artık.

Şimdi de hazırlanıp Alsancak’a gitme vakti… Bugün Boyoz Festivali var İzmir’de, umarım boyoz-yumurta-çay üçlüsünden bize de kalır. Çok acıktım.

18 Nisan 2012 Çarşamba


Yorum bile yapmak anlamsız geliyor şu an.

Biz bu insanlar için mi okuyoruz?
Ben İstanbul'da kalabilecekken, tıp ideali uğruna bu insanlar için mi şehir değiştirdim?
Herkes gezip tozarken 6 haftada bir günde en az 5 saat çalışmamı gerektirecek sınavların stresini ben bu insanlar için mi çekiyorum?

Çok yazık.

16 Mart 2012 Cuma

Ataol Behramoğlu, sen sadece şiir yaz, tamam mı?

Dün okula geldin, bir heves konferans salonunda aldık yerlerimizi.
Aydın sorumluluğu, dedin.
Vicdani sorumluluk, dedin.
Ülke, karanlıklara boğulacak,dedin.

Ya sonra?
Bu popülist söylemlerin son bulacak diye bekledim.
Belki, sadece söylenmez, neler yapılacağına dair birkaç öneride bulunur bizlere, dedim.
Oturmaya devam ettikçe ben, sen yolda karşıma çıkmış, şöyle böyle konuşan insanlar gibi oldun.
Belki de ben artık vatan, millet, sakarya diye bağırdıkça insanlar etkilenmiyorum.
Belki de artık siz, aydınlar(!) daha elle tutulur bir şeyler söylemelisiniz bizlere.

Aydın sorumluluğu belki de yarım saat çıkıp kürsüye konuşmak değil de iş-görür fikirlerle insanları düşünmeye ve sonrasında harekete geçirmeye sürüklemektir. Ne dersin?

Ve Ataol'cuğum, sen sadece şiir yaz. şiir oku.

Çünkü ancak o zaman büyüyorsun gözümde.

"Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var:
Yaşadın mı büyük yaşayacaksın, ırmaklara,göğe,bütün evrene karışırcasına
Çünkü ömür dediğimiz şey, hayata sunulmuş bir armağandır
Ve hayat, sunulmuş bir armağandır insana"