3 Ekim 2011 Pazartesi

ve attila ilhan'ı andım kendi memleketinde.

yalnızlıktan da kurtulup yalnız kalmak isterim. dizeleri yankılanıp durdu içimde ve bir kez daha kaptan'ı andım böylece.

gün batımındaki yalnızlık...

Bugün İnciraltı sahilinde tek başıma oturdum.
Elime kalemi kağıdı aldım aklıma bir şeyler geldikçe yazdım durdum.
Dengem bozulmasın diye bir süredir dinlemeyi reddettiğim müzikleri de kapsayan arşivimi açtım, shuffle'a koydum ve kendimi serbest bıraktım.
Denizle konuştum sonra.
Martılarla konuştum.
Onlar da benim kadar yalnızdılar o anda: yıldızlar daima yalnızdır
Ve birkaç fotoğraf çektim.
Yürüdüm, yürüdüm, yürüdüm.
Oradan oraya savruldum.
Bir noktada kayalara oturdum.
Dizlerimi göğsüme çektim, müziği kapattım ve suyun kıyıya vuran ufak dokunuşlarını dinledim.
İpek yumuşaklığındaki suya dokunmuş gibi hissettim.
Balık avlamaya çıkacak küçük takaların motorlarıyla hayal kurdum.
Günün batışına uzun zaman sonra tek başıma şahit oldum.

En çok ne istedim biliyor musunuz?

O sandallardan birine binmek
bilinçsizce denizin ortasına bırakılmak
güneşin tenimi hafifçe yakışını hissederken
martıların seslerini dinlemek
denizin tuzunu dudaklarımda duyumsamak
pürüzsüz de olsa suyun oynaşmalarıyla hafif hafif kımıldamak
ve koskocaman gülümsemek.

bunlar da bana arkadaşlık eden martılar...
büyük binanın hemen yanında da benim yurdum var :)

gün battı batacak...




2 Ekim 2011 Pazar

karmakarışık


Eylül’e dair bir şeyler yazmayı çok istedim.
Melankoli demekti eylül, hüzün demekti, çıtırdayan yapraklar demekti, buz gibi su yerine sıcacık çayla içimi ısıtmaya çalışmak demekti…
Ama İzmir’de bu ay çoook sıcak geçti.
Geçen hafta denize girdim, yüzdüm. Bu senenin ilk deniz keyfini Seferihisar’da çıkardım, öyle olunca da bir türlü istediğim havaya girip bu ayın benim için neler ifade ettiğini yazamadım.

Şimdi hava soğumaya başladı. Hem de öyle yavaş yavaş da değil, güneş batar batmaz rüzgâr başlıyor, dışarı adım attığım an içeri koşup yorgan bulup sarınasım geliyor.
Bugünün Pazar olduğunu da yazdıkça fark ediyorum.
Sabahtan beri ders çalışmaya çalışmacanın arasında siyah çay, yeşil çaylarla bir gün geçirdim.
Abur cubur yiyecek/ içecek bir sürü şey aldım.
Yattım, uyudum, çok üşüdüm.
Ayaklarımı saç kurutma makinasıyla ısıttım.

Şu an üzerime kalın bir hırka aldım, bağdaş kurdum yazıyorum.
Bir kenarda aslında Aylak Adam üzerine yazmaya başladığım yazı var. Kitap bu kadar beni etkileyince lömbürst diye alelade bir şey koymak istemiyorum hakkında.
Diğer tarafta bugün sabahtan beri beş kereden fazla dinlediğim Teoman şarkısı var: Papatya.
Uzun zamandır iş, güç, ders, koşuşturmaca arasında aklıma getirmediğim bir sürü şeyin şimdi yine kafama üşüşüp beni düşüncelere sürüklemesi var.
Soğukla birleşen karanlığın, aşağıda beni bekleyen üzeri kalem, kağıt, abuk sabuk ama bir ay sonraki sınavımda kurtarıcı olacak şekillerle dolu masamın üzerimde yarattığı stres ve gerginlik, kimse okumasın diye sürekli yanımda gezdirdiğim bir mektup, ne kadar yazarsam yazayım içimdeki o eksik kalmışlık, tam anlamıyla ifade edememişlik hissinden kurtulamamam, bazı şeyleri sürekli ertelemenin üzerimde yarattığı dengesizlik, kararlarımın bir andan diğerine çabucak değişivermesi…

İçimde ne kadar çok şey birikmiş meğerse.
Bu aralar çok içime kapandığımı hissediyorum.
En çok konuştuğum kişi kendim olmaya başladım.
Aslında buna dair hiçbir sıkıntım yok ama bu son bir iki gündür yine kafama takılan birkaç şey kafamı kurcalamaya başladı ve ben bunun sorumluluğunu sonbaharın gelişine, havaların soğuyuşuna yükleyip deniz kenarında yürüyüşe çıkmak istiyorum.

Beni en iyi tanıyanların şu an benden kilometrelerce uzakta olması, telefonla/ internetle iletişim kurmanın yüz yüze konuşmanın verdiği samimiyette olmaması, şehrimi özlemem…

Bunların hepsi birikmeye başladı ama 4 Kasım’dan önce de dönmeyeceğim geri, çok kararlıyım.
Zaten dönsem geride kimler kalmış diye bakmak için çaba harcamam gerekecek ve ben de bunu yapacak güçte hissetmiyorum kendimi. Belki aslında birkaç eksik dışında herkes oradadır – aynı benim yıllıkta yazılanlar gibi, dönüp baktığımda insanları burada, yanıbaşımda buluvermek istemem gibi- ama o, “belki değillerse?” sorusu çok düşündürüyor beni.

Bu yazı nasıl başladı, nasıl bitecek?
Sadece yazmak istedim.

Bir de gitmek istediğim iki film var: Oscar’a aday adayı olan, “Bir Zamanlar Anadolu’da” ve Woody Allen’ın, “Midnight in Paris”i.

Zaman bulup gidebilmek, kendi kendime hoşça vakit geçirebilmenin tadını çıkarabilmek ümidiyle bir çay daha yapmak üzere gidiyorum bilgisayarın başından.

Tabii bir de çoraplarımı giyip, üzerime bir kat daha bir şey alıp aşağıya da inmem lazım.

Cem Adrian’dan gelsin bu ayın ilk şarkısı: Sonbahar!

dinlemek için: http://fizy.com/#s/1lqu4b

20 Eylül 2011 Salı

kaybolmuş çiçek dürbünüm.

bir çiçek dürbününden insanlara bakarken...

bu kadar çok rengi bir arada görmeyeli çoook uzun zaman olmuş gibi hissediyorum.

herkes, her şey çok aynı.

bu sıradanlığı bir şekilde çıkarıvermek lazım hayatımızdan ama nasıl?..

17 Eylül 2011 Cumartesi

2011-2012 eğitim-öğretim yılı hayırlı olsun.

hayatımın anahtar kelimeleri:

okul.kütüphane.308 no'lu oda.score kongre'11.eylül'de dokuz eylül'de.gitsem mi ki?.seferihisar.çeşme.24-25 eylül.kuzenimin sünneti.7-9 ekim.debat üçüncü bilim şenliği.kongre.organizasyon.bilimsel kurul.bildiri kitapçığı.çeşme.vapur.onkolojide güncel yaklaşımlar.hocalar.randevular.ajandam.kayıtlar.posterler.gidebilicem mi?.uçak bileti.öçm.6,5 puan.kocaeli.gk.15-17 ekim.eyp.european youth parliament.avrupa gençlik parlamentosu.toplantı.bi daha toplantı.aynı anda farklı toplantılar.sabiha gökçen.sabancı.adnan menderes.uçak promosyonları.hotel ayarlamaca.single/double/triple odalar.bitmek bilmeyen telefon görüşmeleri.mart.2012.69. uluslararası konferans.istanbul.bi ara sınavlar.ertelenen doktor randevusu.öğrenci belgesi.kayıp öğrenci kartı.uyku.okuma listesi.okunamayan kitaplar.izlenilmek üzere sıraya konulmuş filmler.uyuyakalmalar.sivrisinekler.

şimdilik aklıma gelenler...

11 Eylül 2011 Pazar

is.tan.bul

bu başlığı o kadar çok facebook'ta status'um olarak kullandım ki...
geçen seneyi ve bu yazı istanbul'a gel-git'lerle geçiren biri olarak belki de, "ben de buradayım" çabalamasıydı bu.
küçük bir kızın arkadaşlarını özlediğini belirtme şekliydi.
doğduğu şehre olan aşkını vurgulama arzusuydu.
şu an yine is.tan.bul'dayım ama bu sefer parlamentonun gelecek konferansının organizasyon ekibinde olanlar ve ailemdekiler dışında kimse bilmiyor benim bu şehre ayak bastığımı.
sessizce geldim. kimseyi aramadım. hiçkimseye haber vermedim.
zaman mıydı bahanem? yoksa üşengeçlik mi? belki de isteksizlik?
bilmiyorum.
sanki artık farklı bir yolda yürüyorum gibi geliyor bana.
geriye dönüp baktığımda, eskileri çok özlediğimi fark ediyorum ama yaşanmışlıkları geri getirmek için de elimden bir şey gelmiyor gibi sanki.
izmir-istanbul arası mekik dokumak belki de ruhsuz ve anlamsız hissettiriyor bana kendimi bir noktadan sonra.
buraya gelmiş olmamın bu kadar sık yaptığım bir eylem olduğunu düşünerek çok da önemli olmadığını fark ediyorum.

yine de dün kısırkaya - ki burası sarıyer'e minibüsle yarım saat uzaklıkta, karadeniz kıyısında bir köy- muhteşemdi.
toplantı yapmak için daha güzel manzarası olan başka bir yer bulamazdık herhalde.
gün batımında kumsalda çıplak ayak yürümenin, dalgaların verdiği serinliğin, turkuaz renginin binbir tonunun verdiği iç rahatlığının ve küçücük beyaz bir salıncakta yeşille bütünleşmiş olarak hafifçe ileri geri gidebilmenin keyfi de paha biçilemez.

ucundan kıyısından bir şekilde, eğer istersek güzel şeyler bulup çıkarabiliyoruz.
ve devasa mutluluklardansa, ben böyle hiç beklemediğim bir anda minicik sürprizleri daha çok seviyorum.

fizy'nin mood bölümü de tam ne dinlemek istediğimi bilmediğim anlarda yardımıma koşuyor.
mood'um karmaşık dedim, ajda pekkan'dan bu şarkıyı dinlettirdi bana.
yeşilçam şarkılarını anımsattı bana.
"tut tut tut tut kalbimi
isterim geri.
...
bir köşede yalnız kaldım."




8 Eylül 2011 Perşembe

üvercinka

bir mısra daha söylesek sanki her şey düzelecek




bu şiiri çok seviyorum.