3 Eylül 2012 Pazartesi

"'Tanrı beni unuttu' ne demek? 'Kendi kendimden sıkılmaya başladım,' ne demek? 'Ben aranızda fazlalıktan başka neyim,' ne demek? 'Her sabah aciyla uyanıp her aksam aciyla yatıyorum...' nedir bu sözlerin anlamı? Hasta degildi, günden güne eriyip küçülüyordu. Ölümüne hiçbir neden yoktu, öyle mi diyeceğiz yine de?" (Bir Hanımefendinin Ölümü, Peride Celal) (s.77)

1 Eylül 2012 Cumartesi

Elde var hüzün…



Bir çift siyah ayakkabı yaslanmış dış kapının yanındaki duvara. Ölüm açıklığında bir kapı, dudaklarda fısıltılı dualara karışan iç çekmeler, boğuk ağlaşmalar.

Atılan ilk toprak ve sonrasında dört tane kürekle, birbiri ardına eğik dizilmiş tahtaların üzerine dökülen toprağın dumanında göz gözü görmüyor bir anda. Tozdan olsa gerek gözler yaşarıyor bir anda. Bir insan babasının yan yatmış, beyaz kefenli vücudunu göre göre nasıl toprak döker, sonra beş litrelik bir su şisesindeki suyu nasıl yavaşça, eli titrercesine öz suyuymuşçasına toprağın üzerinde gezdirir, gezdirebilir ki?

Tanınmayarak karıştığım insanların elime tutuşturdukları tesbihle ne yapacağımı pek bilemedim. Her gün evinde bana bakan ‘hala’nın ellerini öpmeyi erteleyip durdum. ‘Abla’maysa zaten sadece uzaktan baktım. Ama hep baktım. Ruhsuz, duygusuz bakışlarımla destek olmaya çalıştım. Yere yığılacak gibiyken O, gözlerime toz kaçtı. O’nun çocuğuysa hep kucağımdaydı. Yere düşüp de kafasının mermer cami zeminine değerken çıkardığı o sesle beynim döndü. Bir şey olmaz, ovuşturun geçer diyenlere inat annemle çocuğu uzaklaştırıp kafasına soğuk su tuttum. Evet, bir türlü kendisine bir şey diyemediğim, boğazım düğümlenecek korkusuyla ağzımı açıp da, “Başınız sağolsun” diyemediğim ‘abla’mın çocuğunu sahiplenerek minnet gösteriyordum. Sığ insan bakış açısıyla, “vicdanımı rahatlatıyordum.”

Titredi bacaklarım yeşillerle kaplı o arabayı görünce. Alelacele başıma bağladığım tülbentle kaparken yüzümü ne yapacağımı düşündüm. Yani aslında benim ne yapacağım değil galiba, o insanların bundan sonra ne yapacaklarını düşündüm. Sınırlı bir dünyada, zaten uzun süredir hastalıktan sesini kaybetmiş babalarını şu an toprağın altında bırakıp eve nasıl döneceklerdi? Dönseler de bu dönmek oluyor mu? Peki, ya ‘hala’m?

İnsanlar ölünün yüzüne bakmak için seferber olmuşken, caminin merdivenlerinde dondum kaldım. Ben ‘dede’mi en son bayramda bana sarıldığı şekliyle hatırlamak istiyordum ki. Uzun zamandan sonra kendisini gördüm. O, beni gördü. Çok sevdi, kısık sesiyle hal hatır sorduk birbirimize. Sonra bitti. Ama işte o zaman bitmemişti. Gitmesek de, görmesek de o köy bizimdir ya işte, gitti diyene kadar gerçekten gitmez kimse. Bitti diyene kadar da bitmez kimsenin hikayesi. El fatiha denildiğinde, herkesin ellerini göğe kaldırıp yakarırcasına ölen için değil de kendi sıhhatleri, kendi iyilikleri, kendi olası-kabir azaplarını azaltmak için dua okuduklarını görünce anlarsın işte, bir devir toprağın altındaki için bitmiştir.

-Cansu?
-Dedişko?
-Ben öldüm.

* Evet, dedişko! Sen tutunamayandın hayata. Tutunamamış olan, bir şekilde tutundurulmayan ama iyi insandın, kimseye bir zararın da yoktu öyle. Ben her gün seni gördüm evinde okula başlamadan önce. Sonra bir daha ben de kendimce hayata tutundum diye; koptum işte senden, ondan, bundan. Kim ne derse desin, umarım mekanın cennet olur!..